30 Kasım 2010 Salı

"Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?"

EPICTETUS



Esra Uçar: Gördüğümüz herşey elektrik akımı olduğuna göre zamanda yolculuk da mümkündür

Chaplin filmindeki cep telefonu

Zamanda yolculuk mümkün mü? Neden olmasın? Zamanı bile tanımlayamadıktan sonra...

Tarihin en ilginç görüntülerinden biri internette dolaşıyor; 1928 yapımı, sessiz sinema dönemine ait bir Charlie Chaplin filminde, kadın sokakta cep telefonuyla konuşuyor gibi görünüyor. Cep telefonu net bir şekilde görünmese de caddede ilerleyen kadın elinde telefon varmışçasına neşeli bir şekilde konuşarak yürüyor.

Chaplin bir hayalini gerçekleştirmişse, görüntü yani kadının hareketi, sembolik olabilir... Ama bu bir öngörüydü ise filminde buna daha ciddi yer verirdi herhalde. Filmdeki sahne kurgunun parçası gibi değil. Gerçekten o sırada oradan geçen, kameraya takılmış bir kadın gibi görünüyor... Filmi inceleyenler de böyle düşünmüş olmalı ki ‘zamanda yolculuk’ fikrini öne sürmüşler. Peki, gerçekten zamanda yolculuk yapan bir kadın görüntüye girmiş olabilir mi? Neden olmasın?

Konuya bilim adamları da atlayabilir UFO grupları da. Feministler için de parlak bir gün... Kadın o kadar neşeli neşeli ve uzun uzun ancak bir diğer kadınla konuşuyor olabilir, zaten diğer taraftaki - gelecekte kalmış olan - erkek olsa bu yolculuk zevkini asla bir kadına bırakmazdı. Hele eline bir cep telefonu verip! (Gerçi kadına kalacak mal mülk falan varsa ‘bu beni yollar ama geri getirmez şimdi’ diye düşünmüş de olabilir, o ayrı.) Geçmişe hele hele bir Chaplin filminin setine gitmiş bir kadının oradan kaç kişiyi arayacağını düşünsenize... Bence zamanda yolculuk kadınların keşfi!

Tek düşündürücü olan gidilen tarih... Bir kadın geçmişe gidecekse, dünya çapında bir giyim markasının henüz bu kadar ünlenmediği bir zaman seçmesi daha mantıklı. Chanel’in ilk yılları mesela... Geçenlerde bir etikete elim değdi, gözlüğümü takıp sıfırları saydım. Aslında bir kadının geçmişe gitmek istemesi pek mantıklı değil, tahminen bir hata oldu... Her kadının yaptığı klasik bir zamanlama hatası yine kendini göstermiş belli ki. Geleceğe gidip en acısız ve artık en basit yöntemlerle birkaç estetik yaptırıp dönmek fikri çok daha cazip. Üstelik “yeni keşiflerin isim annesi olma” imkanı da kaçırılmaz bir fırsat olurdu herhalde...


 Bu arada bir cep telefonu operatörü için bu görüntü bulunmaz nimet diye düşünüyorum, malum markalardan birinin yöneticisi olsam bunu reklâmda kullanırdım...

En çok yazarçizerlerin hoşuna gitmiştir durum, Jules Verne’in hayal dünyasında büyüdüğüm için olsa gerek her türlü hayalin gerçeğe dönüşeceğine inanırım. Dönüşüyor da zaten... Jules Amca kitap kahramanlarına balonla dünya turu attırdığında, Kaptan Nemo ilk hayali denizaltı olan Nautilus’u okyanuslara saldığında, arzın merkezine seyahate çıkıldığında ne çok insan gülmüştü kimbilir hayallerine...



Kimilerimiz farkında kimilerimiz değil ama hayal dünyasında yaşıyoruz. Aksini iddia edebilen yok. Arada çıkıyor ama üç beş cümle bilemedin yarım saate susup oturuyor... Bilim hala rüya ile gerçeği ayıramıyor, kimse Matrix’e zırvaydı diyemiyor. Rüyada masaya çarptığınız dizinizin acısı ile uyanıyor, telkinle kendinizi yirmi beşinci kattan atabiliyor, hipnozla üç yaşınıza dönebiliyor, anne karnında dinlediğiniz müzikten izler taşıyabiliyorsunuz. Gelecekten haber vermiş Nostradamus’u, Said Nursi’yi, Peygamberleri burada anmadan nasıl geçeyim?.. Ya da Leonardo da Vinci’nin helikopter çizimlerini, makineli tüfek, zırhlı gemi, baraj tarasımlarını... Öngörüler, hadisler hepsi çıkıyor tam da söylendikleri vakitlerde...


Gördüğümüz herşey elektrik akımı olduğuna göre zamanda yolculuk da mümkündür, arkeolojik kalıntıların gösterdiği gibi Maya’lar helikopter de kullanmış olabilir, Mısır piramitlerinde görülen beyin ameliyatı, astronot çizimleri tabii ki gerçek de olabilir... Daha ne Piramitlerin yapımını ne o dönem sadece Mısır’da yetişen bir bitkinin dünyanın öbür ucuna nasıl taşınmış olabileceğini açıklayabilen yok.




Birçok kişi tesadüflerden bahsedebilir ama herşey zamanı gelince hayatımıza giriyor, gözlerimizin önüne seriliyor. Merak birçok kapıyı aralıyor... Ben hala maviyi arıyorum mesela... Kimsenin bulamadığı...
  
>>>Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız. (İsra Suresi, 52)

>>>"...Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)

29 Kasım 2010 Pazartesi

RÜYA GÖRÜRKEN BİLGİ VE SIRLARINIZI ELE VEREBİLECEĞİNİZİ BİLİYOR MUYDUNUZ?

Amerika Birleşik Devletleri’nde Moran Cerf adlı bilimadamının Nature dergisine yazdığı bir makale büyük yankı yarattı.

˜˜Cerf ve ekibi, farklı kiler, rüyalarında belli başlı objeler gördüğünde, aynı beyin hücrelerinin benzer tepkiler verdiği iddiasında... ˜˜

Örneğin Marilyn Monroe’yu düşünen veya gören kişilerde belirli nöronların devreye girdiği gözlendi.

Bunun üzerine beyin faaliyetlerini kapsamlı şekilde dijital ortama aktaracak bir sistem üzerinde çalışmaya başlandı.

Bir sonraki aşamada uyuyan ve rüya gören kişilerden bu sistem aracılığıyla bilgi alınması amaçlanıyor.

Bazı bilim çevrelerine göre günümüz teknolojisiyle Moran Cerf’in çalışmasının yaşama geçirilmesi yani "rüyaları kaydedecek makine" yapılması imkânsız... Ancak bazı objeleri hayal eden ya da rüyasında gören kişilerde benzer nöronlarının devreye girdiğinin kanıtlanmasının bile büyük bir adım olacağı belirtiliyor.

RÜYALARDAKİ BÜYÜK SIR VE GİZEM !

İnsanoğlu pek çok şeyin sırrını çözse de neden rüya gördüğümüz ve bu rüyaların nasıl oluştuğu hala keşfedilemedi.

Düşününce, insan için rüyada pek çok hikmet olduğu görülebilir. İnsan uyurken gördüğü rüyaların ne kadar "gerçek gibi" olduğunu, hatta uyandığı andan pek bir farkı olmadığını düşünür. Örneğin gece bedeni yatağında yatıyor olmasına rağmen, rüyasında iş gezilerine çıkmış, insanlarla tanışmış, müzik dinleyerek yemek yemiştir. Hatta yemeğin tadını almış, müzikte dans etmiş, olan olaylardan dolayı heyecanlanmış, sevinip üzülmüş, korku duymuş, yorgunluk hissetmiş, hatta o güne kadar hiç kullanmadığı ve nasıl kullanıldığını dahi bilmediği bir aleti kullanmış olabilir.

Rüya esnasında, aynı uyanıkken olduğu gibi kişi, yaşadığı olaylardan ve kişilerden emindir. Bunu düşünen insan, rüyanın hikmetlerini ve yaratılış amacını da düşünür.

Rüyanın Oluşum Mucizesi
 
Uyku sırasında soluk alıp verme yavaşlar, kalp atış ritmi düşer, metabolizma minimum enerji kullanarak hücre yenileme faaliyetlerine hız verir, hormon aktivitesi artar. Vücudumuz dinlenme halindeyken, beyin aktivitesi, ilk uykuya daldığımız anda yavaşlarken daha sonra birden artmaya başlar. Uykuda beyin, sanılanın aksine uyumaz. Beyin faaliyetinin arttığı bu devre, “rüya görme” devresidir.

Stanford Tıp Merkezi Uyku Kliniği'nden Dr. William Dument'in görüşüne göre; rüya görmek son derece önemlidir ve rüyalar fiziksel dengenin oluşmasını sağlamaktadır. 

REM Uykusunda Vücutta Hangi Değişiklikler Yaşanır?
  
Ayrıntılı ve uzun rüyaların görüldüğü REM sırasında soluk alma duraklar, atardamar tansiyonu yükselir. Bunun yanı sıra nörolojik olarak değerlendirildiğinde, REM gerçekten de beynin temizlenmesi anlamına gelmektedir. Serbest radikaller ve karbon monoksit bu evrede atılır. Ayrıca REM sırasında sinir hücreleri arasında sinaps bağlantıları da yeniden düzenlenir. REM'den çıkışta ise, uyanıklık sırasında yeni bağlantılar kurmaya elverişli serbest sinapsların sayısında % 60'lık bir artış gözlenmiştir. (İnsan vücudu trilyonlarca hücreden meydana gelmiştir. Bu hücrelerden bir kısmı da nöron denilen sinir hücreleridir. Sinaps ise, iki nöronu birleştiren küçük bir aralıktır. Bilgi bir nörondan diğerine sinapslar aracılığı ile geçer.

˜˜Rüya Görürken de Beyin Çalışır˜˜ 

Rüyalar sadece REM uykusu bölümünde görülür. EEG (beyin aktivitesini inceleyen alet)'lerin kullanılması sayesinde, rüya görülürken beyinde meydana gelen hareketlilik incelenebilmektedir. Yapılan araştırmalarda, rüya görüldüğü sırada vücudun hareketsiz kalmasına rağmen beynin uyanıkken olduğu kadar çok çalıştığı belirlenmiştir. Özellikle de limbik sistem denen duyguların merkezi olan bölüm ile beynin çelişki ve yanlışlıkları analiz eden bölümlerinin çok fazla çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Bunun yanı sıra uyanıkken beyin belli bir anda temelde beş tip algıyı değerlendirir:

1. Dışarıdan gelen uyarı (ses, renk ve beş duyu ile ilgili olabilir).

2. Vücut duruşu ile ilgili veya eklemlerden, kaslardan gelen uyarılar (kuvvet veya gerginlik artışı/azalışı).

3. Vücudun kendi içinden gelen bir uyarı, örneğin bir diş ağrısı veya kaşıntı.

4. Bilinçli iç uyarı, düşüncenin içinden gelen uyarı.

5. Bilinçsiz iç uyarı, yani duygusal ve psikolojik uyarı.

Mucizevi olan ise, uyanıkken bu beş tip uyaranın değerlendirilmesiyle algıladığımız dünyayı, uyku esnasında rüya görürken de algılıyor olmamızdır. Ancak, rüyada bu uyaranların hiçbiri olmaksızın gerçek bir hayat yaşandığı zannedilmektedir. Üstelik rüyada zaman algısı çok farklıdır. Normal saatlerde 10-15 saniye gibi algılanabilecek süreç içinde, saatlerce sürebilen bir film şeridi dolusu rüya görülebilir. Örneğin zil sesi 10 saniyede gelişen bir kavramdır; fakat bu süre içerisinde kiyi, sonu zil sesi ile biten çok detaylı, uzun ve konulu bir rüya görebilir.
  
Boyut farkı, rüyada ve dünyada farklı zaman algılarına neden olmaktadır. Kuran ayetlerinde, farklı boyutlarda zamanın daha farklı bir hızla aktığı bildirilmektedir. Allah Katındaki bir günün insanların bin yılına eşit olması (Hac Suresi, 47) da bu konuya bir örnektir. Bu konu ile ilgili diğer ayetler şöyledir:

*-* “Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir.” (Secde Suresi, 5)

Rüya esnasında; bedenimiz bir yatakta sabit durmasına ve gözlerimizin kapalı olmasına rağmen, sürekli bulunduğumuz mekândan farklı görüntüler görüyoruz. Demek ki gören gözler değildir. Yattığımız oda bomboş olsa dahi sesler duyabiliyoruz. Demek ki duyan kulaklar değildir. Her şey beyninin içinde gerçekleşmiştir. Ancak sanki her görüntünün aslı varmış gibi, her şey çok gerçekçidir.

Peki, dışarıda hiçbirinin aslı olmamasına rağmen, bu kadar gerçekçi görüntüleri insanın beyninde oluşturan nedir?

nsan uyurken bunları bilinçli olarak ve isteyerek aklında kurgulayamaz. Beynin ise kendi kendine böyle görüntüler oluşturması imkânsızdır. Beyin, protein moleküllerinden oluşmuşbir et yığınıdır. Böyle bir maddenin kendiliğinden görüntü oluşturduğunu, hatta o güne kadar hiç görülmeyen insan yüzlerini, mekânları, sesleri oluşturduğunu iddia etmek son derece mantıksız olur."

Söz konusu şuur, hiç şüphe yok ki Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde, düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.

Öyle ise uyurken rüyadaki görüntüleri gösteren yerin göğün ve ikisi arasındakilerin yüce yaratıcısı ALLAH’ın ruha dilediği şekilde göstermesi ile oluşur rüyalarımız hatta tüm hayatımız tüm benliğimiz.

*-* “Gerçek şu ki size Rabbiniz'den basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir...” (Enam Suresi, 104)


27 Kasım 2010 Cumartesi

Işığın İletimindeki Sır

Işığın İletimindeki Sır

Işık Allah'ın en güzel yaratma sanatlarından biridir. Işıktaki teknik detaylar insanı derinden etkiler. Bu yazıda bununla ilgili şaşırtıcı bilgiler bulacağız.

Işıkla ilgili yapılan deneyler ve teorik çalışmalar fizik dünyasında büyük şaşkınlığa sebep oldu. Işığın hareketini bir tür enerji transferi olarak düşünebiliriz. Ancak bu transfer ne şekilde olur? Işığı normal bir dalga gibi düşünen fizikçiler bunun nehrin akışı gibi sürekli bir biçimde olduğunu zannediyorlardı. Günlük hayattaki ışığa dair izlenimiz de bu yöndedir. Ancak gerçek sanıldığından daha farklıdır.

Enerji transferinin nasıl olabileceğine dair ilk ipucu termodinamikte kara cisim ışıması olarak bilinen o zaman için çözümü imkansız bir sorundan geldi. Bütün cisimler sıcaklıklarına bağlı olarak ışıma yaparlar. Kara cisim adlı bir cismin ışıması ile ilgili teorik hesaplarda açıklanması imkansız sonuçlar çıkıyordu. Zamanın meşhur fizikçisi Lord Kelvin bu konunun fizikte cevap bekleyen son iki sorudan biri olduğunu söylüyordu. Ona göre sözkonusu iki sorunun cevaplanmasıyla fizik tamamlanmış olacaktı. Ne var ki bunlardan birinden görelilik diğerinden de kuantum fiziği doğacaktı.

19. yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın hemen başlarında fizikte çözümsüz halde duran iki büyük problemden biri karacisim ışıması olarak bilinir. Kara cisim üzerine düşen bütün ışımaları soğuran teorik bir cisim olarak bilinir. Bütün cisimler aynı zamanda dışarı ışıma da yaparlar. Örneğin közlenmiş kömürün gördüğünüz ışıması da bu tür bir ışımadır. Yapılan teorik hesaplamalar, kara cisim olarak adlandıran nesnelerin ışımalarının beklenen değerlerinin ölçülen değerlerinden çok farklı olduğunu gösterdi. Bu uzun süre çözümsüz bir problem olarak kaldı. Planck enerjinin sürekli olmayıp küçük paketçikler halinde yayıldığını ileri sürerek bu problemi çözdü. Bu keşif bilim tarihinin en önemli adımlarından biri oldu.

Meşhur Alman fizikçisi Max Planck, bilim dünyasının sıkıntısını çektiği bu problemin enerjinin küçük paketçikler halinde taşındığının kabul edilmesi halinde çözüleceğini farketti. Planck’ın bu adımı kuantum fiziğinin doğuşu olarak kabul edilir. Kuanta adını verdiği paketçikler, dalganın frekansına bağlı olarak farklı miktarda enerji değerlerine sahipler.
Meşhur Alman fizikçi Max Planck’dan önce bilim adamları enerjinin bir nehrin akışı gibi süreklilik arz ettiğini düşünüyorlardı. Planck ilk defa enerjinin “kuanta” adını verdiği paketçikler halinde taşınabileceğini gösterdi. Bunun kabul edilmesi ile fizikte çözümsüz görünen pek çok problemin sırrı anlaşıldı. Planck’ın bu çalışması kuantum fiziğinin başlangıcı kabul edilir.

Işıktaki enerji transferinin de bir nehrin suyunun taşınması gibi sürekli olduğu zannediliyordu.  Bu yanlış varsayım yüzünden karacisim ışıması ve fotoelektrik efekt adlı fiziksel deneylerin açıklanması mümkün olmuyordu. Bu varsayımın terkedilmesi de kuantum fiziğinin doğmasına sebep oldu.
Max Planck’ın öne sürdüğü kuanta kavramını Einstein ışık için kullandı. Böylece ışığın foton adını verdiği küçük enerji paketçikleri yoluyla taşındığını öne sürdü. Bunu kullanarak Fotoelektrik Efekt adlı deneyleri mükemmel bir doğrulukla açıkladı.

Fotoelektrik Efekt Deneyleri

Fotoelektrik Efekt Deneyleri ışığın parçacık özelliğinin kanıtı olarak gösterilir. Bu deneylerde bir metal plakaya değişik frekanslarda elektromanyetik dalgalar düşürülerek elektronların kopması sağlanır. Metal plakadan kopan elektronlar karşıda bulunan bir başka plakaya ulaşırlar. Bu iki plaka ayrıca bir elektrik devresi ile birbirine bağlıdır. Kopup karşı plakaya geçen elektronlar, elektrik devresi yoluyla tekrar önceki plakaya gelirler. Fizikçiler bu sayede oluşan elektrik akımını incelediler. Oluşan akımın detaylı analizleri ışığın klasik dalga anlayışının doğru olmadığını gösteriyordu.

Planck enerji iletiminin kuanta denilen enerji paketçikleri yoluyla olduğunu söylüyordu. Bu düşünce kuantum fiziğinin temelini oluşturdu.

Einstein, Planck’ın fizik dünyasına tanıştırdığı kuanta kavramını kullanarak foton dediği ışık parçacıkları ile deney sonuçlarını mükemmel bir şekilde açıkladı. Neticede fotoelektrik efekt deneyleri ışığın parçacık özelliği gösterdiğini ortaya koyuyordu. Daha sonra 1923 yılında, Arthur H. Compton yüksek enerjili fotonların elektronların saçılmasına sebep olduğunu göstererek ışığın parçacık özelliği de gösterdiğini kesin olarak ispatladı. 1 , 2 , 3 Işığa bir tür dalgadır demek doğru bir cevap olmuyordu. Aynı şekilde ışık sadece bir tür parçacık demek de doğru değildi.

Fotoelektrik Efekt Deneyleri ışığın parçacık özelliğinin kanıtı olarak gösterilir. Bir metal plakaya değişik frekanslarda elektromanyetik dalgalar düşürülerek elektronların kopması sağlanır. Metal plakadan kopan elektronlar karşı plakaya giderler. Bu iki plaka ayrıca bir elektrik devresi ile birbirine bağlıdır. Kopup karşı plakaya geçen elektronlar, bu devre yoluyla tekrar önceki plakaya gelirler. Oluşan elektrik akımının şiddeti ışığın yapısı hakkında fikir verir.

Burada kısaca gördüğümüz gibi ışığın ne olduğu sorusu bilim adamlarını yüzyıllar boyunca cevabını aradığı ve hayretler içinde bıraktığı bir soru olmuştur. Bu konuda otorite olan Richard Feynman araştırmaların tarihini şu şekilde özetler: Işık teorisinin tarihçesi ile başlayalım. Önceleri ışığın yağmur gibi, tüfekten atılan mermiler gibi, bir parçacıklar, tanecikler sağanağına benzer şekilde davrandığı varsayılıyordu. Daha ileri araştırmalar sonucu bunun doğru olmadığı, ışığın gerçekte dalga gibi, örneğin sudaki dalgalar gibi davrandığı ortaya çıktı. Sonra, 20 yüzyılda yeni araştırmalar, ışığın birçok yönden gerçekten parçacıklar gibi davrandığı izlenimini uyandırdı. Foto-elektrik etkilerle bu parçacıklar sayılabiliyordu; şimdi onlara foton deniliyor. 4

Işığın foton adlı parçacıklar yoluyla ilerlemesinin çok ilginç neticeleri vardır. Günlük hayatta farkedemezsek de aslında ışık tıpkı yağmur tanelerinin yeryüzüne düşüşü gibi yayılır. Işığın bu özelliği Richard Feynman tarafından şu şekilde ifade edilir: Newton ışığın parçacıklardan oluştuğunu düşünmüş ve bunlara “cisimcik (korpüskül)” adını vermişti. Bunda haklıydı (ama bu sonuca vardıran akıl yürütmesinde hatalıydı). Işığın parçacıklardan oluştuğunu biliyoruz; çünkü üzerine ışık düştüğünde tıkırdayan, çok duyarlı bir aygıt kullanırsak görürüz ki ışık zayıfladığında her tıkırtının sesi hala aynı şiddetle çıkmakta, yalnızca aralıkları uzamaktadır. Demek ki ışık yağmur damlalarına benzer – her bir küçük ışık topağına bir foton denir – ve ışığın hepsi aynı renkteyse “yağmur damlalarının” hepsi aynı boydadır. 5 Işık yağmur taneleri gibi yayılır ama bizim algıladığımız dünya pürüzsüz, pırıl pırıldır. Bu derece güzel bir görüntü ile karşılaşmamız gerekirdi. Olması gereken ışığın yapısına uygun titreşimle dolu görüntü kümeleri olmalıydı. Allah’dan bir rahmet olmak üzere bize izlettirilen algı, yağmur görüntüsünden arındırılmış ve ışıl ışıldır.

Rain falling on ground
Normalde etrafımızı adeta sürekli bir yağmur görüntüsü gibi titreşimli görmemiz gerekirdi. Çünkü ışık foton adı verilen parçacıklarla yayılır. Nitekim bu konu hakkında Feynman şu tespiti yapar: “ ... on kat daha duyarlı görebilseydik, bu konu hakkında konuşmamız gereksiz olacaktı: hepimiz tek renkli çok zayıf bir ışığı eşit şiddetle yanıp sönen küçük ışıltılar halinde görecektik.” 6 Kuşkusuz böyle bir dünya bizim için yaşaması hoş olmazdı. Halbuki Allah bize ışığı pırıl pırıl ve pürüzsüz gösterir. Bu, Allah’ın bizim için sunduğu konforlardan yalnızca biridir.

Kaynak:

1 Particle or Wave, The Evolution Of The Concept Of Matter In Modern Physics, Charis Anastopoulos, Princeton University Press, 2008, Sayfa 153
2 Understanding Quantum Physics, A User’s Manual, Michael A Morrison, Prentice-Hall Inc. , Sayfa 25
3 Six Roads From Newton, Great Discoveries In Physics, Edward Speyer, Wiley Popular Science, John Wiley & Sons Inc. 1994, Sayfa 98
Richard Feynman, The Character of Physical Law, Türkçe baskı: Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, s. 149
5 QED The Strange Theory of Light and Matter, Richard P. Feynman, 1985, Türkçe Basım Kuantum Elektrodinamiği: KEDİ Işığın ve Maddenin Tuhaf Kuramı, Richard P. Feynman, Nar Yayınları, 2. Baskı, Ağustos 1997, Sayfa 23
6 QED The Strange Theory of Light and Matter, Richard P. Feynman, 1985, Türkçe Basım Kuantum Elektrodinamiği: KEDİ Işığın ve Maddenin Tuhaf Kuramı, Richard P. Feynman, Nar Yayınları, 2. Baskı, Ağustos 1997, Sayfa 23

25 Kasım 2010 Perşembe

" HAH! " ANI NASIL GERÇEKLEŞİYOR?

Çizgi filmlerde kahramanın başının üstünde yanan ampulle görselleştirilen, sinirbilimcilerin "hah! anı" dediği olay nasıl gerçekleşiyor?

Çizgi filmlerde sıkça kullanılan, plan yapan bir karakterin bir anda kafasının üstünde yanan ampul, aklına gelen muhteşem fikri simgeler.

Herkesin başına gelebilen bu olaya sinirbilimciler “hah! anı” diyorlar.

Bir an hiç aklına gelmeyen aklına gelir “hah!” dersin. Peki, bunu derken neler oluyor ve biz o anda verilmiş karara mı “hah!” diyoruz. Bu konu ile ilgili olarak bu anda beyinde meydana gelen değişimleri ve bu değişimlerin zamanlarını açıklamaya çalışan iki farklı deney ve sonuçları şunlar;

>>>Bilim ve Teknik Dergisinin Neuron dergisinden aldığı habere göre; bu hah! anları beyinde bir grup sinir hücresinin aktivitelerini değiştirmesi sonrasında ortaya çıkıyor. Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi’nden sinirbilimci Daniel Durstewitz,

Bu çalışma, beyindeki sinir hücrelerinin bir uyum içinde çalıştığına bir kanıt niteliğinde” diyor.

Fareler Üzerinde Denendi!

Hah! anında harekete geçen nöronların yerini saptamak için Durstewitz ve Kolombiya Üniversitesi’nden meslektaşı Jeremy Seamans farelerin beyninde prefrontal korteks denilen bir bölgeyi incelediler. Prefrontal korteks beyinde karar verme, plan yapma gibi zihinsel aktiviteleri yönettiği bilinen bir kısım.

Bu sırada farelere kuralları değişmiş yeni görevler öğretiliyordu. Böylece farelerin yeni görevi algıladıkları anda yani hah! anında beyinlerindeki değişimleri gözlemleme şansı buldular.

Deney kısaca şu adımlardan oluşuyordu:

Önce farelere basit bir görev öğretildi. Karşılarında ikişer adet döner kol bulunuyordu. Döner kolların üzerinde küçük birer ışık kaynağı vardı. Hangi kolun üzerindeki ışık yanıp sönmeye başlarsa farelerin yiyecek alabilmesi için o kolu çevirmesi gerekiyordu.

Fareler kısa sürede buna alıştılar. Onlar bu görevde iyice uzmanlaştıktan sonra araştırmacılar görevde aniden bir değişiklik yaptılar. Işığa bakmaksızın fareler hangi kolu çevirirse çevirsin yiyecek alabileceklerdi. Fareler bir süre eskisi gibi ışığı yanıp sönen kolu çevirmeye devam ettiler. İşin böyle kolaylaştığını anladıkları anda beyinlerine yerleştirilmiş elektrotlar beynin bazı bölgelerindeki aktivitenin ani bir artış gösterdiğini kaydettiler. Yeni kuralı algılamadan önceki bölgelerdeki aktivite ise azalmıştı.

Hah! anına kadar beyindeki aktif bölge sürekli değişiyorken tam olarak hah! anında bir bölgedeki nöron aktivitesi adeta sıçrama yapıyordu. Ancak araştırmacılar bu değişimin mi algılamayı sağladığının ya da algılamanın mı bu değişimi ortaya çıkardığının henüz netleşmediğini de belirtiyorlar.


>>>California Üniversitesi nörofizyologlarından Prof. Benjamin Libet, 1973 yılında yaptığı deneyler sonucunda tüm kararlarımızın, seçimlerimizin önceden belirlendiğini, bilincin ise herşey olup bittikten yarım saniye sonra devreye girdiğini ortaya koymuştur.  Bu durum diğer nörofizyologlarca da, hep geçmişte yaşadığımız ve bilincimizin tüm yaşananları yarım saniye sonra gösteren bir "monitör" gibi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.

Dolayısıyla algıladığımız deneyimlerin hiçbiri gerçek zamanda değildir, fakat gerçek olaylardan yarım saniye kadar gecikmelidir. Benjamin Libet, çalışmalarını beyin ameliyatlarının narkoz verilmeden, yani hastanın bilinci tamamen yerindeyken yapılabilmesinden yararlanarak gerçekleştirmiştir. Libet, deneklerin beyinlerini düşük elektrik akımlarıyla uyararak, ellerine dokunulduğu algısı oluştururken, denekler bu "dokunuşu" neredeyse yarım saniye önce hissettiklerini söylüyorlar. Benjamin Libet yaptığı ölçümler sonucunda şöyle bir sonuca varmıştır: Normalde tüm algılar beyne iletiliyor. Burada bilinçaltında değerlendirilip yorumlanırken, ben(lik) hiçbir şeyin farkında değil. Zihnimizde canlanan, yani farkına varabildiğimiz bilgilerse epeyce uzun bir gecikmeden sonra, kortekse -bilincin bulunduğu bölgeye- gönderiliyor.

Ortaya çıkan sonucu şöyle özetlemek mümkündür:

!!!Bir kas hareketini gerçekleştirme kararı, bu kararın şuuruna varmadan önce gerçekleşir. Her zaman nörolojik ya da algısal bir süreç ile, bizim onu temsil eden düşüncenin, hissin, algının ya da hareketin şuurunda olmamız arasında bir gecikme vardır. Diğer bir deyişle, biz ancak bir karar zaten alındıktan sonra o kararın şuurunda olabiliriz.

Prof. Benjamin Libet'in deneylerinde bu gecikme 350 milisaniye ile 500 milisaniye arasında değişmektedir, fakat ortaya çıkan sonuç bu rakamlardaki kesinliğe bağlı değildir. Çünkü Libet'e göre bu gecikme olduğu sürece -ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, bir saat ya da bir mikro saniye olması fark etmeksizin- bizim maddesel olan şu anı yaşamamız, her zaman geçmiştedir. Bu her düşüncenin, duygunun, algının ya da hareketin, biz şuuruna varmadan önce gerçekleştiğini gösterir ki, bu da geleceğin tamamıyla bizim kontrolümüz dışında olduğunu ispatlamaktadır.

Prof. Benjamin Libet, diğer bazı deneylerinde parmaklarını ne zaman hareket ettireceklerinin seçimini deneklere bırakmıştır. Parmaklarını hareket ettirme anı beyinlerinden izlenen deneklerin bu kararı almadan evvel, ilgili beyin hücrelerinin faaliyete geçtiği görülmüştür. Diğer bir deyişle kişiye "yap" emri gelmekte, hareketi yapmak üzere beyin hazırlanmaktadır; kişi ise ancak 0,5 saniye sonra bunun bilincine varmaktadır. Bir hareketi yapmaya karar verip de sonra yapmakta değildir, kendisi için önceden belirlenen hareketleri yapmaktadır. Fakat beyin, bir zaman ayarlaması yaparak insanın aslında geçmişte yaşadığı hissini ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla şu an dediğimizde, geçmişte belirlenmiş bir olayı yaşıyoruz. Görüldüğü gibi bu çalışmalar, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde bildirildiği gibi, herşeyin Allah'ın dilemesiyle gerçekleştiğini tasdik etmektedir.  

_*_   Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İnsan Suresi, 30)