28 Ekim 2010 Perşembe

OTOBÜS ÇARPAN BİR KİŞİNİN BEYNİNDEKİ SİNİRLERE PARALEL BİR BAĞLANTIYLA BAĞLI OLAN BİR KİŞİ NELER YAŞAR?

O KİŞİ DE, ALDIĞI ELEKTRİK SİNYALLERİYLE AYNI KAZAYI OTOBÜS ÇAPRMASA DA YAŞAR MIYDI?

Materyalist felsefenin 20. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan koyu Marksist George Politzer'in, ünlü bir "otobüs örneği" bir çok kişi tarafından bilinir. Şimdi bu örneği bilimsel olarak biraz inceleyelim; Politzer'e göre; maddenin beynimizdeki kopyasıyla muhatap olduğumuz gerçeğini savunan düşünürler de otoyolda otobüs gördükleri zaman ezilmemek için kaçmaktadırlar. Yada kaçamayıp ezildiklerinde acıyı ve o anki görüntüleri hisseder ve yaşarlar.

Bu kazada, otobüsün altında ezilen kişinin beş duyu organından beynine giden sinirler, bir başka insanın, örneğin George Politzer'in beynine paralel bir bağlantıyla bağlansa, kazadaki kişiye otobüs çarptığı anda, o sırada evinde oturmakta olan Politzer'e de otobüs çarpacaktır. Daha doğrusu, kaza geçiren adamın yaşadığı hislerin tamamını, bir müzik teybine bağlanan iki ayrı kolondan aynı şarkının dinlenmesine benzer biçimde, Politzer de yaşamaya başlayacaktır. Politzer de evinde oturduğu halde otobüsün fren sesini, otobüsün vücuduna değmesini, kırık kol ve akan kan görüntülerini, kırık ağrılarını, ameliyathaneye sokuluşunun görüntülerini, alçının sertliğini, kolunun güçsüzlüğünü hissedecek, görecek ve yaşayacaktır.

Kazadaki adamın sinirleri kaç kişiye bağlansa bunların hepsi, aynı Politzer gibi, kazayı başından sonuna kadar yaşayacaktır. Kazadaki adam komaya girse, hepsi komaya girecektir. Hatta, söz konusu trafik kazasına ait algıların tümü bir alete kaydedilse ve bu algılar sürekli başa alınarak bir başka kişiye verilse, bu kişiye de defalarca otobüs çarpacaktır.


Yukarıda Politzerle ilgili olarak verdiğimiz örnekte şöyle bir değişiklik yapalım; evinde oturan Politzer'in sinirlerini otobüsün çarptığı adamın beynine, otobüsün çarptığı adamın sinirlerini de Politzer'in beynine bağlayalım. Bu durumda ise, Politzer aslında evinde oturduğu halde kendisine otobüs çarptığını zannedecek, otobüsün çarptığı adam ise kazanın tüm şiddetine rağmen, bunu asla fark edemeyecek, çünkü kendisinin evde oturduğunu düşünecektir.

Peki o halde, hangisine çarpan otobüs gerçektir? Materyalist felsefenin bu soruya verebileceği çelişkisiz bir cevap yoktur. Doğru cevap, trafik kazasını hepsinin kendi zihinlerinde tüm ayrıntılarıyla yaşadığıdır.

Görüldüğü gibi nörolojik olarak insanın algılarını aşması ve aslında kendi dışına çıkması mümkün değildir. Bu durumda bir insanın ruhuna, bedeni ve hiçbir maddi varlığı olmadığı halde, ortada maddesel bir ortam da olmamasına karşın herşey seyrettirilebilecektir. Öyle ki kişinin bunu anlaması mümkün değildir, hatta izlettirilen üç boyutlu mükemmel görüntüleri gerçek zannedip, varlığından da son derece emin olacaktır. Çünkü her insan duyu organlarına hissettirilen algılara bağımlıdır.

İngiliz felsefeci David Hume bu gerçek üzerindeki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:

Çok samimi olarak, kendim dediğim şeye dahil olduğum zaman ben sıcak ya da soğuğa, ışık ya da gölgeye, aşk ya da nefrete, acı ya da lezzete dair özel bir algıya ya da başka bir şeye daima rastlarım. Ben bir algı olmaksızın herhangi bir zamanda kendimi asla yakalayamam ve asla algıdan başka bir şeyi gözleyemem.

Algıların Beyinde Oluştuğu Felsefe Değil, Bilimsel Gerçektir

Materyalistler, burada anlattıklarımızın felsefi bir görüş olduğunu iddia etmektedirler. Oysa bizim "dış dünya"nın aslıyla hiçbir zaman muhatap olmadığımız bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir. Görüntünün ve hislerin beyinde nasıl oluştuğu, bütün tıp fakültelerinde detaylı biçimde okutulmaktadır. Başta modern fizik olmak üzere 20. yüzyıl biliminin ortaya koyduğu gerçekler, maddenin somut bir gerçekliğe sahip olmadığını, herkesin bir anlamda "beynindeki ekran"ı izlediğini açıkça göstermektedir.

Bunu, ister ateist olsun, ister budist olsun, ister başka bir görüşe ya da düşünceye sahip olsun, bilime inanan herkes kabul etmek zorundadır. Bir materyalist kendince Allah'ın varlığını inkar edebilir ama bu bilimsel gerçeği inkar edemez.

Materyalistler, hem kısmen de olsa bu konuyu kavramanın, hem de bu konunun kendi felsefelerini ne kadar kesin bir biçimde çökerttiğini fark etmenin verdiği büyük bir korku içindedirler.


Rusya'daki kanlı komünist devriminin lideri Vladimir I. Lenin'i bulmuştu. Lenin'in bir asır önce yazdığı Materyalizm ve Ampiryokritisizm isimli kitabı okumayı herkese öğütleyen Pekünlü'nün yaptığı tek şey ise, yine Lenin'e ait olan "sakın bu konuyu düşünmeyin, yoksa materyalizmi kaybedersiniz ve kendinizi dine kaptırırsınız" şeklindeki cahilce uyarıları tekrarlamak oldu. Pekünlü, söz konusu materyalist yayın organında yazdığı bir makalede, Lenin'den şu satırları aktarıyordu:

Duyularımızla algıladığımız nesnel gerçekliği bir kere yadsıdın mı, kuşkuculuğa (agnostisizm) ve öznelciliğe (subjektivizme) kayacağından, fideizme (dini inanca) karşı kullanacağın tüm silahları yitirirsin; bu da fideizmin istediği şeydir. Parmağını kaptırdın mı, önce kolun sonra tüm benliğin gider. Duyuları nesnel dünyanın bir görüntüsü olarak değil de, özel bir öğe olarak aldığında, diğer bir deyişle materyalizmden ödün verdiğinde, benliğini fideizme kaptırırsın. Sonra duyular hiç kimsenin duyuları olur, us hiç kimsenin usu, ruh hiç kimsenin ruhu, istenç hiç kimsenin istenci olur.

Bu satırlar, Lenin'in büyük bir korkuyla fark ettiği ve hem kendi kafasından hem de "yoldaş"larının kafalarından silmek istediği gerçeğin, günümüzün materyalistlerini de aynı biçimde tedirgin ettiğini göstermektedir. Ama Pekünlü ve diğer materyalistler Lenin'den daha da büyük bir tedirginlik içindedirler; çünkü bu gerçeğin bundan 100 yıl öncesine göre çok daha açık, kesin ve güçlü bir biçimde ortaya konduğunun farkındadırlar. Bu konu, tüm dünya tarihinde ilk kez bu kadar karşı konulamaz bir biçimde anlatılmaktadır.

>>>Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik. (Neml Suresi, 50-51)

Ayetlerde anlatılan gerçeğin bir anlamı da şudur: Materyalistlere sahip oldukları herşeyin saedce beyinlerindeki kopyalarıyla muhatap oldukları açıklanmış, yani ellerindeki herşey topluca yok edilmiştir. Ve onlar, aslını bildiklerini zannettikleri mallarının, fabrikalarının, altınlarının, dolarlarının, çocuklarının, eşlerinin, dostlarının, makam ve mevkilerinin, hatta kendi bedenlerinin ellerinin arasından kayıp gittiğine şahitlik ederken, bir anlamda "yok olmuşlardır". Madde olmaktan çıkmış artık birer ruh haline gelmişlerdir.

Kuşkusuz bu gerçeğin farkına varmak materyalistler için olabilecek en dehşet verici olaydır. Çünkü bu, kendi tabirleri ile onlar için henüz dünyadayken, "ölmeden bir ölüm" hükmündedir.

Kuantum Fiziği // Düşüncelerimizin Kontrolü ve Yeniden Yapılanması-1

Yaşamdaki temel amacımız nedir? sorusuna birçok insanın vereceği cevap “Mutlu olmak” olacaktır. İstisnasız tüm insanların yaşlısı, genci, yoksulu zengini, Paris'lisi İzmir'lisi…ne kadar farklı yaşam tarzlarına sahip olursa olsun, ne kadar farklı çevrelerde yaşarsa yaşasın temelde ihtiyaçlarımız aynıdr. Ancak günlük yaşam içinde hepimizin sıkıntıya girdiği oldukça mutsuz olduğu adeta aşılması imkansız bazı sorunları karşımıza çıkabilir. Bu sorunlar büyük bir oranda aslında kendi düşünce sistemimizin ortaya çıkardığı sorunlardır. Bu nedenle gerçekte insanoğlu sorunları aşmaya çalışırken en büyük mücadeleyi yine kendisine karşı vermektedir.
Karşılaştığımız sorun nedenli büyük yada aşılmaz olursa olsun aslında düşünce sistemimizin ortaya çıkardığı ve dolayısıyla da yine kendimizin çözebileceği sorunlardır. Burada esas olan insanın düşünce sistemini değiştirmesi yada sorunu çözebilecek şekilde soruna adapte etmesidir. Bu ise gerçek anlamda zihinsel, bedensel eğitim ve ciddi çalışma gerektirmektedir. İnsanın mutluluk sorunu felsefe, psikoloji, nöroloji, psikiyatri, sosyoloji, fizik…gibi aslında bütün bilimlerin ortak sorunudur. Yada daha gerçeği insan ruhunun eğitimi sorunudur.
Fiziken İnsan düşüncesinin oluştuğu ve yönetildiği yer olan beynimiz bilindiği gibi yaşamımıza dair olumlu yada olumsuz her şeyden adeta sorumludur. Bu durumda bütün mesele beynimizin işleyiş mekanizmasının çözümlenmesi düşüncelerin nasıl oluştuğunun ve nasıl yönetildiğinin ortaya çıkarılmasıdır. Aslında insan beyninin ürünü olan düşünce ve eylemler yine o kişinin geçmişte yaşadığı olaylar ve deneyimler tarafından belirlenmektedir. Örneğin iğne battığında acı hissini yaşamamızın yada çok sevdiğimiz bir tatlıyı yediğimiz zaman mutluluk hissini yaşamamızı sağlayan beynimizdeki  elektronik sinyal bağlantılarıdır. Bütün bunlar aslında yaşadığımız olaylara beynimizin getirdiği yorumla ilişkilidir. Örneğin aynı restorana gittiğimizde aynı yemeği yeme eğilimimiz bu şekilde kolayca oluşmaktadır. Sigara içen bir kişinin bir türlü bu alışkanlığından kurtulamamasının nedeni de yine budur.

Bütün bu beyinsel aktiviteleri bilimsel açıdan incelediğimizde bütün olup biten yaklaşık 1200 g olan beynimizde bulunan yaklaşık 100 milyar kadar hücre arasındaki çok küçük elektriksel sinyallerin sürekli olarak merkezler arasındaki hareketidir. Düşüncenin oluşumu da bunun eyleme dönüşmesi de tamamen elektronik sinyaller aracılığı ile olmaktadır. Bu sinyaller boyutların çok küçük olduğu mikro evren de gerçekleşmektedir.  Mikro evreni yöneten yasaları konu alan kuantum fiziği bu alanda yapılacak çalışmaların olmazsa olmazı konumundadır.  

Kuantum fiziğinin düşünce dünyamız ve bunun yönetilmesinde nasıl kullanılabileceğine geçmeden önce mikro dünyayı şekillendiren yada yöneten kuantum evreninin bazı çok temel bulgularını şöyle özetleyebiliriz.

  • Kuantum Fiziğinde ve dolayısıyla mikro evrende her şey mutlak anlamda hareket halindedir.
  • Schrödinger Dalga Denklemi ile klasik fizikteki sebep sonuç ilişkileri ortadan kalkmıştır. Kuantum fiziğinde kesinlik yok, olasılıklar vardır.
  • Heisenberg'le birlikte kuantum fiziğinin en önemli kuralı ortaya çıkmıştır. Olasılıkların olduğu yerde belirsizlikler vardır. Yapılan ölçümler kesin değildir. Her ölçümde bir belirsizlik vardır. Kesin doğruya yaklaşmaya çalıştıkça belirsizlikler artacaktır.
  • Atom seviyesinde madde ve ışık ikili karakterdedir. Diğer bir deyişle madde  bazen dalga karakterine bazen de tanecik karakterine bürünür.  Işık bazen tanecik yani foton gibi bazen de dalga gibi davranır. Yani her ikisi de bazen vardır, bazen de yoktur
  • Kuantum fiziği yasalarından klasik fizik yasaları elde edilebilmektedir. Yani mikro dünyadan makro dünya hakkında bilgiler elde edilebilmektedir. Oysa ki makro dünya (klasik fizik) yasalarından kuantum fiziği yasaları elde edilemez.
Yukarıda çok kısaca ifade edilen bir çok bilimsel yasa insan beyninde gerçekleşmektedir. Doğal olarak bilim dünyası bu yasaları iyi anlayabilirsek düşüncelerimizin nasıl oluştuğunu anlayabileceğimizi düşünüyor. Bu sayede onları kontrol etmenin ve bir noktada engellemenin mümkün olabileceğine inanıyorlar. Oysaki bu düşünüş yine kuantum fiziğinin ispatıyla büyük bir yanılgıdır. İnsanın düşünceleri, kaygı ve endişeleri, mutluluğu, sevgisi, merhamet hissi, kişiliğini oluşturan tüm duyguları, fizik kanunlarının sebep sonuçları ile açıklanamaz. Yazımın ikinci bölümünde bu gerçeği anlatacağım. Duygu ve düşüncelerimizin nasıl oluştuğunu anlamak konusunda bir ayetin bize yol gösterebileceğini düşünüyorum.
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” (İnsan suresi, 30)

ŞUURSUZ BEYİN HÜCRELERİ NASIL ÇÖZÜM ÜRETİYOR?

Nasıl oluyor da milyarlarca sinir hücresi hep birlikte koordineli bir şekilde çalışıp dışarıdan aldıkları bilgiyi kendilerine göre yeniden biçimlendirebiliyor, yeni durumlar hakkında tahminler yapıp simülasyonlar yürütebiliyor ve insanı bir sonuca götürmeyecek bilgileri silmeye karar verebiliyorlar?

Örneğin, iki ayrı kavramın birbirine “uyduğunu” birdenbire farkedip bir sorunun çözümüne nasıl olup da bir anda ulaşıveriyoruz? Bir film seyrederken, yine aniden ne oluyor da beyniniz size katilin aslında hiç de kuşku çekmeyen rahmetlinin masum görünümlü karısı olduğunu fısıldayıveriyor? Acaba zeki insanlar bilgileri daha damıtılmış ve dikkatlice mi depolıyorlar da, bu sayede bubilgileri istedikleri zaman daha kolay hatırlayabiliyorlar?

BEYİN ve RUH

Son söz olarak, zekanın beynin belirli bir bölgesi ya da belirli bir nöron toplululuğun çalışma sistemiyle tek başına açıklanamayacağını kabul etmek gerektiği en azından konuyla ilgili tüm bilim adamlarının mutabık olduğu bir fikir.

BEYİN HÜCRELERİ NASIL MUAZZAM BİR İŞBİRLİĞİ YAPIYOR?

Çıplak gözle bakıldığında, beyin yüzeyinin herhangi bir kısmı diğerlerinden çok da farklı görünmez. Ancak, bu bölgelerin faaliyetleri ölçüldüğünde, her veri akışının beynin farklı nöral bölgelerini harekete geçirdiği görülür.

Örneğin sadece görme duyusu için dahi, hareketlerin, köşelerin, insan yüzlerinin veya renklerin algılanması beynin farklı bölgeleri tarafından gerçekleştirilir. Bu anlamda, yetişkin bir insan beyninin alanı, rahatlıkla dünya ülkelerinin bir haritası gibi düşünülebilir.

Şaşırtıcı olan durum, esas olarak değişik fonksiyonları olmasına rağmen, bu sistemlerin birbirleriyle kesintisiz olarak nasıl koordineli çalışabildiğidir

Beynin sözü edilen bu koordinasyonu nasıl olup da bu denli hızlı yapabildiği de anlaşılabilmiş değildir. Sinir hücrelerinin gerçekleştirdiği ani elektrik akımların göreceli olarak yavaş olan hızları (aksonlar boyunca saniyede yaklaşık 300 milimetre hızında ilerleyebilirler, zira aksonlar myelin adı verilen yalıtıcılara sahip değildir), dijital bilgisayarlardaki sinyal aktarım hızınının ancak yüz milyonda biri kadardır.

Bu dezavantaja rağmen, bir insan bir tanıdığını neredeyse anında tanıyabilmekte, yani hatırlayabilmektedir, oysa ki dijital bilgisayarlar yüz tanımada hala hem çok yavaş kalmakta, hem de çoğu zaman başarısız olmaktadırlar. Peki, bu kadar yavaş çalışan bölümlere sahip bir organ olan beynimiz istediği sonucu nasıl bu kadar çabuk verebilmektedir?


Bu soruya verilen geleneksel cevap beynin bir “paralel işleme” merkezi olması ve bu sayede aynı anda bir çok faaliyeti birden yürütebilmesidir. Bu tanım hemen hemen doğrudur, zira benzer şekilde programlanmış paralel işleme özelliğine sahip dijital bilgisayarları yavaşlatan unsur, bazı işlemlerin sonucunun beklenmesi ve ancak bu işlemlerin sonuçlarının karşılaştırılması ile bir sonraki kararın verilebilmesidir. Beyinlerimiz ise bunu yapmakta inanılmaz derecede hızlıdırlar. 


Dolayısıyla, beynimizin paralel olarak çeşitli faaliyetleri aynı anda yürütebilme yeteneği gerçekten etkileyicidir, ama esas inanılmaz olan tüm bu paralel aktiviteleri işleyerek tek, özel bir davranışa yönelik bir sonuca ulaştırmadaki hızıdır. Koşan bir hayvan ya sağa ya da sola dönebilir, ikisini birden yapamaz ama beynimiz her an her hareketi yapar şekilde yaratılmıştır.

Anatomik olarak, bütün bu farklı sistemlerden gelen bilgilerin merkezi olarak toplandığı özel bir bölge yoktur

Bunun yerine tüm bu çeşitli görevlerde uzmanlaşmış beyin bölgelerinin her biri diğerleri ile iletişim halinde bulunmakta, bu şekilde paralel ve hiç durmadan işleyen bir ağlar bütünü oluşturmaktadırlar. İşte, nasıl olduğunu tam anlayamasak da, çevremizde gördüğümüz dünya hakkındaki bütünleşmiş algılarımız bu karmaşık ve labirentimsi ağlar aracılığılı ile oluşur.

Şaşırtıcı bir şekilde bu sistemlerin birbirleriyle iletişim kurmak için kurduğu bu geniş, zincirimsi ağlar üzerinde bugüne kadar oldukça az sayıda araştırma yapılmış durumdadır. Bunun sebebi, beynin çalışma sistemini dinamik ağlar yerine, düzgün ve anlaşılabilir bir “montaj hattı” olarak görme eğilimimiz olabilir. Fakat, artık gerçeğin böyle olmadığı açık bir şekilde ortadadır.

Beynimizin Suyun İçinde Yüzdüğünü Biliyor Muydunuz? 

Hissetmek, hareket etmek, işitme, görme, tad ve koku alma, kalbin çalışması, nefes alma gibi hayati işlevlerin tümünü beynimiz gerçekleştirir. Ayrıca hormonlar üreterek vücudun ihtiyaçlarına göre düzenlemeler yapar. Çok hassas bir sisteme sahip olan bu organımız elektrik sinyalleri ile çalışan sinir hücreleri, bunları barındıran ve beslenmelerine yardımcı olan destek hücreleri ve kan damarlarından oluşur. 

Hem hassas bir yapısı hem de çok önemli görevleri olan beyin vücut içinde çok yönlü bir korumaya alınmıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanı beynimizin bir sıvı içinde yüzüyor olmasıdır. 

Beyin yaklaşık 1,5 kg'lık bir ağırlığa sahiptir

Eğer beyin bir sıvının içinde bulunmasaydı ve direkt olarak kafatasına temas etseydi kendi ağırlığının altında ezilirdi. Bu da beyindeki hayati merkezlerde bir baskı oluşmasına dolayısıyla ölüme sebebiyet verebilirdi. Ancak böyle bir sorunla -hastalık halleri dışında- karşılaşılmaz. Çünkü beynimizin kendi ağırlığı -yüzdüğü sıvının içinde iken- 1400 kg'dan 50 gr'a kadar düşer. Yani beyinde ağırlığı otuzda bire kadar düşüren bir sistem vardır. Bu sistem şöyle çalışır: 

Beynin içinde birtakım boşluklar ve bu boşlukların içinde de sadece beyinde bulunan özel damar yığınları vardır

Bunların görevi vücuttan beyne taşınan kandaki serumu süzmektir. Serum önce beynin içindeki boşlukları doldurur ve sonra çeşitli yollardan beynin dışına çıkar. En sonunda da bu sıvı beynin üst kısmında yer alan tek yönlü valf sistemi (araknoid villus) sayesinde genel dolaşıma (kan dolaşımına) geri döner. Bu valflerin çok önemli bir görevi vardır: Sıvının beyne yaptığı basıncı ayarlamak. 

Eğer bu ayarlama olmasaydı ve basınç çok yüksek bir seviyeye çıksaydı, o zaman beyne olan baskı beynin fonksiyonlarını etkilerdi. Ve bu durum pek çok hastalığın sebebi olurdu. 

Buna örnek olarak "hidrosefali" denilen hastalığı verebiliriz. Bu hastalık türünde dolaşımdaki herhangi bir aksaklıktan dolayı beyindeki sıvı bir süre sonra birikmeye başlar ve oluşan basınç beyin fonksiyonlarını etkiler. Eğer dışarıdan bir müdahale yapılmazsa, yani ameliyatla bu sıvı boşaltılmazsa artan basınç; zeka geriliği, hareket bozuklukları, körlük hatta ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara neden olur.

Beyindeki bu detaylı tasarım nasıl ortaya çıkmıştır? 

Beynimizin en fonksiyonel şekilde çalışmasını sağlayan bu tasarımın tesadüfen ortaya çıkması elbette ki mümkün değildir. Tüm bu ayrıntıları bilen jöle kıvamında bir et parçası olan beynin kendisi de olamaz. Bütün bu hassas dengeleri kusursuz bir düzen içinde yaratan, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.

-----------------------------------

"... Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam." (Kehf Suresi, 37-38) 

------------------------------------


27 Ekim 2010 Çarşamba

Âşık Olmak İçin Saniyenin Beşte Biri Yeterli

ABD’deki Syracuse Üniversitesi’nden Prof. Stephanie Ortigue başkanlığında bir ekip tarafından yürütülen çalışmaya göre, âşık olmak saniyenin beşte biri kadar sürüyor.

Âşık olmak sandığımızdan daha ‘bilimsel’ bir süreçmiş meğer. ABD’deki Syracuse Üniversitesi’nden Prof. Stephanie Ortigue başkanlığında bir ekip tarafından yürütülen çalışmaya göre, âşık olmak saniyenin beşte biri kadar sürüyor. Ayrıca âşık olan kişinin beynindeki 12 bölge, mutluluk yaratan dopamin, oksitosin, adrenalin ve vazopresin gibi hormonlar salgılamak için aynı anda çalışıyor. Bulgular ‘Akıl mı âşık olur, beyin mi?’ sorusunu da beraberinde getiriyor. Ortigue, “Bu karmaşık bir soru” diyor, “Ben beyin derim ama kalp de etkili çünkü karmaşık aşk konsepti hem beyni, hem kalbi ilgilendiren bir süreçle oluşuyor. Mesela beynin bazı bölümleri kalpte çarpıntılar yaratabiliyor. Kalbin yarattığını sandığımız bazı şeylerse beyinden geliyor olabilir.”

Çalışma, nöroloji bilimi ve zihinsel sağlık araştırmaları açısından da önemli çünkü aşk iyi gitmediğinde duygusal stres ve depresyonun önemli bir kaynağı olabiliyor.

Ortigue, “Bu, beynin içine ve hastanın aklına dair yeni bir araştırma. Nasıl âşık olup kalplerinin nasıl kırıldığını anlayarak yeni terapiler geliştirebiliriz” diyor. (The Guardian)

Aşkın ortaya çıkmasında hormonlar mı, sosyal ortam mı etkili? 

Aşk, ruhsal yönelimdir. Tüm canlıların gereksinimidir. Aşk, biyolojik zeminde beyinsel tüm deneyimlerini, donanımlarını ve beklentilerini aktive eder. Kuşkusuz sosyal ortam da oldukça etkili. Kişi ne kadar derin ve yaratıcı ise o kadar derin bir aşk yaşıyor. (Prof. Dr. Sedat Özkan )

Gerçek Sevgi Nedir?

Eğer bir kimse karşısındaki kişiyi nefsen uygun bulduğu için tercih ediyorsa, bunun adı zaten gerçek anlamda ‘sevgi’ değildir. Ve doğal olarak da, sevginin getireceği şartların oluşması mümkün değildir. Böyle bir sevgi anlayışında ne tek taraflı bir düşkünlük, ne fedakarlık, ne hoşgörü, ne anlayış, ne affedicilik, ne de güvenden bahsedilemez. Allah'tan korkmayan bir insana güven duyulamaz. Bu kişinin iç dünyasında ne düşündüğünden, ne kararlar aldığından, neler hissettiğinden ve dürüstlüğünden hiçbir zaman emin olunamaz. Bu yüzden de, bu gerçeği bilen her iki taraf da hiçbir zaman birbirlerine karşı böyle güzel bir sevgi duyamaz ve bu sevginin gerektirdiği ahlakı gösteremez.

AŞK MADDİYATA MI YOKSA AKLA MI?

“…Kız sevdiğini söylüyor çocuğa. Ama çocukçağız yani tip olarak ta çirkin oluyor. Çok vardır görülen, hatta geçenlerde de öyle, ünlü bir zenginin kızı var, kızcağız yaratılıştan hakkaten çirkin, Allah öyle yaratmış, ama bir kültürel yönü, bir kişiliği de yok dikkat çekecek. Ama tek yönü zenginliği, akıl almaz üsluplarla basına çıktı bu kişi, yani ondan çok etkilendiğini, ilk defa aşkı tattığını söyledi. Herkes bıyık altından gülüyordu, belli yalan olduğu. Ama işte kendince onu kandıracak ve bir süre sonra maddi varlığına ulaşacak şekilde bir plan yapmış anlaşılan, bunlar çok çirkindir, çok aşağılayıcı, bir insana yakışmaz. Ama mesela o kızın hakikaten çok güzel takva olsa, güzel ahlaklı olsa, tipi de vasat olsa, Allah o insana onu çok çok güzel gösterir, çünkü insana o zaman bir heybet gelir, yani hayret edilecek bir güç meydana gelir, yani vasat güzel olağanüstü güzele dönüşür o zaman. Çünkü akıl insanı güzelleştirir, tutku insanı güzelleştirir. İnsanın ruhundaki o derin güç ortaya çıkar, o derin güç çıkmadıktan sonra insan bomboştur. İnsan aklıyla, takvasıyla, Allah’a olan sevgisiyle insani derinlikleri geliştirebilir ve Allah’ın kendinde gizlediği o büyük gücü ortaya çıkarabilir. Ve bu mucize olarak ortaya çıkar, ben buna işte bir nevi 6. his diyorum. Çünkü bunu yaşamayanın bileceği bir şey değildir, insanlar birbirlerini severken samimi olmaya ve gerçek aklı aramaya, doğal insanı aramaya yönelmeleri gerekir..."

Sevgi Hissinin Kalplere Gelişi

Sevgi yönelttiğimiz her şeyde sevgi hissini kalplere veren Yüce Rabbimiz'dir. Şefkat ve muhabbet hissettiğimiz ne varsa, özünde, Yüce Allah'ın üstün yaratma sanatının, sonsuz ilminin, benzersiz güzelliğinin, sınırsız aklının ve kudretinin tecellileri bulunmaktadır. Ailemiz, arkadaşlarımız, sevdiğimiz insanlar, hoşumuza giden tüm yiyecek ve içecekler, beğendiğimiz kıyafetler, hayatımızı kolaylaştıran tüm araç ve gereçler, bakmaya doyamadığımız güzel manzaralar, rengarenk çiçekler, minik bir bebek, küçük sevimli bir kuzu, parlayan yıldızlar, masmavi gökyüzü… Tüm kainat Yüce Allah'ın kullarına olan sevgisi, merhameti ve rahmetinin örnekleriyle doludur. Aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan bütün bu güzellikleri ve nimetleri -sahip oldukları özellikleriyle beraber yaratıp- insanların faydasına sunanın Yüce Allah olduğunu anlar. Böylelikle çevresinde gördüğü her detayda, Rabbimiz'in biz kullarına olan sonsuz sevgisinin örneklerini görür. Tüm bunlar ise iman edenlerin kalplerinde coşkulu bir sevgi duymalarına ve Rabbimiz'e gönülden bir aşkla bağlanmalarına vesile olmaktadır.

Allah Aşkı, Her An, Her Dakika Yaşanan Bir Sevgidir: 

Vicdanını kullanarak etrafındaki mükemmel düzeni idrak edebilen insanlar için tüm evren, doğa, teknoloji, bilim.., Allah'a olan sevgilerini artıracak vesilelerle doludur. 

"Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." (Casiye Suresi, 13) 

Şehirler, yollar, gelişen bilim, arabalar, mücevherler, insanlar, kadınlar, erkekler, çocuklar, güzel evler, ekinler, ticaret....

Yağmur getiren bulutlar, yaşamaya elverişli tek gezegen olan Dünya, kesintisiz olarak bize fayda sağlayan Güneş, yüzlerce mineral yerleştirilerek ürün almaya elverişli hale getirilen topraklar ve içinde milyarlarca canlının yaşadığı denizler gibi saymakla bitirilemeyecek pek çok nimet ilk bakışta insan hayatı açısından son derece önem taşıyan ve çıplak gözle de görülebilen nimetlerdir.

Bunların yanında kullandığımız cep telefonları, bilgisayarlar, internet, musluğu açtığımızda akan sıcak su, soluduğumuz oksijen...

Hepsi, Yaratıcının bizim için boyun eğdirdiği ve faydamıza sunduğu güzellikler ve nimetlerdir. Allah, bir ayette insanların, "O'nun nimetlerini bir genelleme yaparak dahi saymaya güç yetiremeyeceğini" bildirmiştir. (Nahl Suresi, 18) Derin düşünen vicdan ve akıl sahipleri bu nimetleri ve nimetlerdeki detayları eksiksiz görmeye gayret ederler. 

"Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."(Al-i İmran Suresi, 191) 


26 Ekim 2010 Salı

ZAMANI GERİYE DE ALSAN BAŞTAKİNİ YAPACAKSIN !

"Bir dakika sonra elinden düşecek olan kalem de, mausla bu konuya yapacağın beğenme de, yirmi sene sonra cildinde meydana gelecek olan kırışıklıklar da, 15 yıl sonra seyredeceğin film de tüm detaylarıyla bir kitapta-levhada yazılıdır."

Tüm insanların bilmeleri gereken önemli bir gerçek vardır. Her insanın, yaşadığı ve yaşayacağı her şey, Levhi Mahfuz'da belirlidir ve o insanın kendi geleceği işte o korunmuş levhalarda yazılıdır.

Levh-i Mahfuz Nedir?

"Levh-i Mahfûz", Arapça'da "korunmuş levhâ" demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. 

Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kurân'da "Ümmü'l-Kitap"(Kitapların Anası, Ana Kitap), "Kitâbun Hâfîz" (Koruyan Kitap), "Kitâbun Mübîn" (Apaçık Kitap), "Kitâbun Meknun" (Saklanmış Kitap), "İmamun Mubin" (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için "Kitabul-Kader" (Kader Kitabı) de denir.

Levh-i Mahfuz adı, Kurân'da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kurân'ın Levh-i Mahfuz'da bulunduğu bildirilir (el-Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (el-En'âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (el-Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır.

Zamanın Sonu... The End of Time Kitabının Yazarı Ünlü Fizikçi Julian Barbour'un Zamansızlık ve Her Şeyin Kayıtlı Olmasıyla İlgili İfadeleri

"Her zaman tek bir ana kilitleniyoruz" diyor Barbour. Zamanın içinden geçmiyoruz. Aksine her yeni an tamamen farklı bir evren. Tüm bu evrenlerde hiçbir şey hareket etmiyor veya yaşlanmıyor çünkü hiçbirinde zaman yok. Evrenlerden biri sizin bebekken annenizin yüzüne bakarkenki halinizi saklıyor. Bu evrendeki durağan görüntüde hiçbir yere hareket etmiyorsunuz. Diğer bir evrende ise sonsuza dek ölümden bir nefes uzakta olacaksınız. Tüm bu evrenler ve daha birçoğu, yan yana hayal edilemeyecek bir boyut ve çeşitteki kozmozda daima var olmakta. Böylece de ölümsüz sizden sadece bir tane yok, aksine birçok var: emeklemeye başlarken, havalı züppe, iyice yaşlanıldığında. Trajik olan -belki de hayırlı olan- bu versiyonların hiçbirinin kendi ölümsüzlüğünün farkında olmaması. Sonsuza kadar 14 yaşında olup yurttaşlık dersinin bitmesini beklemeyi ister miydiniz?" (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa, Discover, Aralık 2000, s.54)

Julian Barbour'un yukarıdaki açıklamaları, bu bölümde anlatılanların bilimsel yönünü son derece iyi vurgulamaktadır. Bu açıdan konu ile büyük bir paralellik içindedir. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta şudur: Barbour, geçmişte yaşanan hiçbir anın kaybolmadığını, ancak bu olayların kare kare fotoğraflar gibi şu anda mevcut olduklarını belirtmektedir.

Levhi Mahfuz'da Tüm Bilgiler mi Var?

Bir dakika sonra elinden düşecek olan kalem de, yirmi sene sonra cildinde meydana gelecek olan kırışıklıklar da, 15 yıl sonra seyredeceği film de tüm detaylarıyla bu kitapta-levhada yazılıdır.

Nasıl insanlarla tanışacağı, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara maruz kalacağı, nelere sevineceği ve nerede ve nasıl öleceği kendi kaderinde yaşanmış olarak bulunmaktadır. Bunları, kişinin kendisinin bilmemesinin tek nedeni, bunların henüz hafızasında olmamasıdır.

Dolayısıyla bir olaya üzülmek, "neden bu şekilde olmadı" diye düşünmek, "keşke"lerle başlayan pişmanlık ve üzüntü dolu cümleler kullanmak, sinirlenmek, hırslanmak, sabırsızlanmak, böyle bir insanın durumu düşünüldüğünde gereksiz ve anlamsızdır. Çünkü üzülmesine veya sinirlenmesine neden olan olayların hepsi Allah'ın kontrolündedir. Bunları kişinin kaderinde bu şekilde yaratan Allah'tır ve kişinin kaderinin dışında bir başka yol, bir başka ihtimal söz konusu değildir.

Hayatta Tesadüflere Yer Var mı?

Yanlış sokağa girdiği için trafik kazası yapan bir insanın, yaptığı hatadan dolayı hayışanmasının bir anlamı yoktur. Zaman geriye alınsa, yapacağı şey yine aynı sokağa sapmak ve aynı kazayı yapmaktır. Bunun için "keşke o sokağa girmeseydi" gibi konuşmalar, bu gerçeğin farkında olmamaktan kaynaklanan sonuçsuz konuşmalar olacaktır. Bir mağazada parasını çaldıran bir insan için "keşke o mağazaya girmeseydim" veya "keşke parayı cebimde taşısaydım" gibi düşünceler de aynı şekilde bir çözüm olmayacaktır. Çünkü o insanın, o mağazaya girmek, o parayı çantasında taşımak ve çaldırmaktan başka bir ihtimali yoktur. Kaderinde kişinin kendisi, belirli zamanda belirli yere gitmek ve para da çalınmak için yaratılmıştır. Bin kere geçmişe gidilse, bininde de o para mutlaka çalınacaktır. Veya insanın yaşadığı sevinçli bir olay, elde ettiği bir başarı da kaderindedir. Bu başarıyı, bu sevinçli anı, kaderinde olduğu için mutlaka yaşayacaktır.

İnsanların bir kısmı, bu gerçeği kabul etmek istemezler. Profesör Roger Penrose, bu insanları şöyle tanımlar:

'Sanırım insanların bu fikre karşı gelmelerinin nedeni geleceğin bir dereceye kadar kendi kontrollerinde olduğunu zannetmeleridir. Ama buna göre eğer gelecek belirlenmişse, kontrolünüz altında değil demektir.'

Zamanın Tersi Yaşansa Neler Görürdük?

Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob ise, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:

Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada,beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir

Evrenin Big Bang'le Başlayan Hassas Ayarlamaları ve Kaderi..

Tanınmış bir teorik fizik profesörü olan Paul Davies, Big Bang sonrasındaki genişleme hızının ne kadar "hassas ayarlanmış" olduğunu hesaplamış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır. Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda bile farklı olsaydı, hayata imkan sağlayacak bir yıldız tipi oluşamaz ve evrende canlılık ortaya çıkamazdı:

 "Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar "iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer IS zamanında (patlama hızının belirli hale geldiği zamanda) patlama hızı gerçek hızından sadece 1018 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur." 

Doğanın Kaderi

Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) isimli kitabında süpernovalar ve yıldızlar arasındaki mesafedeki dengeleri şöyle açıklamaktadır:


Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.