30 Eylül 2010 Perşembe

IRAK VE AFGANİSTAN'DA ASKERLER ŞEYTANIN KAN AYİNİNİ Mİ YERİNE GETİRİYOR? İŞTE O ASKERLERİN KORKUNÇ İTİRAFLARI..


Afganistan’da görevli Norveçli askerlerin "Savaş seksten daha güzel" demeleri, ülkede tartışma yarattı.

Afganistan’da görevli Norveçli askerler, Norveç’te yayınlanan erkek dergisi “Alpha”ya verdikleri röportajda, “Savaş seksten daha güzel” dedi. Bu sözler ülkede tartışma yarattı.

Ağustos ayında, cepheye giderek askerlerle birebir röportaj yapan Alpha dergisi, askerlere savaşın onlara ne hissettirdiğini sordu.


Bunun üzerine askerlerden biri, “Sevişmeden 3 ay cephede nasıl durduğumuzu soruyorlar. Belki bu kulağa aptalca gelebilir, ama savaşmak seksten daha güzel” derken, bir başka asker ise, “Düşmanınıza odaklandığınız an çok heyecan verici, özellikle de nişan alıp onu vurduktan sonra o ilk kanın etrafa saçılma anını yavaş çekimde yaşanıyormuş gibi hissediyorsunuz. Şansınız yaver giderse de, bana bu sene olduğu gibi, bir Taliban askerini boynundan vurup ardından sevinç nidaları atıyorsunuz” dedi.

Norveç Savunma Bakanı Grete Faremo, “Eğer askerler gerçekten böyle konuşmuşlarsa burada bir etik sorunu vardır” dedi.

Bunu diyen Savunma Bakanı yıllardır orada etik kavramına yakışır tek bir olayın olmadığını ilk defa karşılaşmış gibi belirtmesi biraz garip.Çünkü yıllardır çıkan haberler, videolar çekilen fotoğraflar orada yaşanan etiği değil zulümü anlatıyor, tüm insanlığa. 


Aslında Irak'ın vurulması ve Saddam Hüseyin rejiminin silah zoruyla yıkılması planı, sanıldığı gibi 11 Eylül 2001 sonrasındaki "teröre karşı mücadele" ortamında değil, bundan çok daha önce yapılmış ve Washington'ın gündemine getirilmişti. Bu yöndeki ilk işaret, 1997 yılında ortaya çıkmıştı. Washington'daki bir grup İsrail yanlısı stratejist, kurdukları PNAC adlı "think-tank"le Irak'ın işgali senaryosunu savunmaya başlamıştı. PNAC'in en kayda değer isimleri ise, George W. Bush yönetiminin en etkin isimleri haline gelecek olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney idi.

Philadelphia Daily News gazetesinde William Bunch imzasıyla yayınlanan "Invading Iraq Not A New Idea For Bush Clique :4 Years Before 9/11, Plan Was Set" (Irak'ı İşgal Etmek Bush Ekibi İçin Yeni Bir Fikir Değil: 11 Eylül'den 4 Yıl Önce Plan Hazırdı) adlı bir makalade, bu konuda şu gerçeklere yer verilmektedir:

Gerçekte, Donald Rumsfeld, Başkan Yardımıcısı Dick Cheney ve küçük bir grup ideolog, Amerika'nın Irak'ı işgalini savunmaya henüz 1997 yılında başlamışlardı yani 11 Eylül saldırılarından 4, Başkan Bush'un göreve başlamasından 3 yıl önce.
Kendilerine PNAC (Project for the New American Century Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adı verilen bu siyaset grubu, Cheney, Rumsfeld, Rumsfeld'in yakın yardımcısı Paul Wolfowitz ve Bush'un kardeşi Jeb Bush'u da içeriyordu. Ve daha o zamanlar bile, Ocak 1998'de, Başkan Clinton'ı Irak'ı işgale ikna etmeye çalışmışlardı. (William Bunch, Philadelphia Daily News, 27 Ocak 2003)


Washington Post gazetesindeki haberde, Çavuş Gibbs'in Ocak ile Mayıs 2010'da Kandahar bölgesinde görev yaptığı sırada silahsız Afgan sivilleri öldürmekle suçlandığı hatırlatıldı ve hakkındaki açılan davanın dosyasına dayanılarak, Gibbs'in bu ülkede 3 değil 4 cinayetle suçlandığı belirtildi.

Birçok askerin Afgan sivilleri eğlenmek için öldürme fikrinin Gibbs'e ait olduğunu söylediği belirtilen haberde, ayrıca askeri yetkililerin Irak'ta 2004'te meydana gelen ve Gibbs'in de içinde yer aldığı bir olayı yeniden dikkatle incelediği ifade edildi. Söz konusu olayda silahsız bir Iraklı ailenin aracına ateş açılmış ve biri çocuk 3 kişi ölmüştü. Ve bu olayın duyulmasına rağmen çok olağan karşılanıp herhangi bir müdahalede bulunulmamışdı. Çünkü, şeytanı kendine rehber edinen bir toplulukta her türlü sapkınlık, ahlaksızlık ve vahşet olağan karşılanır.

ŞEYTANI REHBER EDİNMİŞ İDEOLOJİNİN KANLI SONUÇLARI
Burada yaşanan kanlı ideolojinin temel stratejisi insanlar arasında korku yayabilmek, bu yolla etkin güç haline gelebilmektir. Bu kanlı düşünceyi savunan gruplar taleplerini demokratik yollarla elde etmeye çalışmak yerine, çok daha caydırıcı olduğunu düşündükleri şiddet eylemleri ile dile getirirler. Bu kimselere göre, bu vahşet olayları ne kadar acımasız ve insafsız olursa, o derece korku verici olacak, diğer bir deyişle hedefine o derece yaklaşacaktır.



Şeytanı kendisine rehber edinmiş bu ideolojinin en dehşet verici özelliklerinden birisi de hiçbir ahlaki değere sahip olmaması ve hiçbir kural tanımamasıdır. Bu yola başvuran kişide şefkat, merhamet, affedicilik, hoşgörü yoktur. Bu kişiyi yönlendiren, kin, öfke ve intikam duygularıdır. Böyle bir kimse şuursuzca, nereye varacağını düşünmeden sadece öfkesini gidermek ve intikam almak amacındadır. Bu eylemi gerçekleştirirken oluşabilecek tahribat ise kişinin vicdanında bir etki meydana getirmez. Çünkü şeytanın kanlı oyununu çözüm olarak gören kişinin vicdanı, dolayısıyla aklı, feraseti ve basireti kapanmıştır.

OYSA TÜM DİNLERDE OLDUĞU GİBİ TERÖR LANETLENMİŞ, MASUM İNSANLARIN ÖLDÜRÜLMESİ YASAKLANMIŞ, BARIŞ VE GÜVENLİ BİR DÜNYA OLUŞTURULMASI EMREDİLMİŞTİR


>Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208)

>Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)

>“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.” (Fussilet Suresi, 34)

24 Eylül 2010 Cuma

Danimarka'lı bilim adamlarının, bilim dergisi Nature'ın son sayısında çıkan deneylerinde, "kuantum-atom ışınlaması" için uzun vadeli bir araştırmaya imza attığı bildirildi. Aarhus Üniversitesi öğretim üyesi fizikçi Eugene Polzik ve meslektaşları, laboratuvar ortamında, lazer ışığı kullanarak ilk kez ''çok miktarda atomun'' aradaki mesafeyi aşarak toplu halde taşınmalarını, ''ışınlanmalarını'' sağladı. Daha önce ABD'de Caltech'de, yani California Institute of Technology yüksek öğretim kurumunda yine lazer kullanılarak birkaç atomun taşınmasının 1998'de gerçekleştirildiği bildirilmişti. Avusturya Innsbruck Üniversitesi'nden fizikçi Ignacio Cirac, Danimarkalı Polzik ve ekibinin deneyenin ileride kuantum iletişim sistemleri, kuantum hesap işlemleri ve sonunda ışınlama yollarını da açabileceğini söyledi. Cirac, ''deney kuantum fiziğinin gelişimi için başarıdır'' dedi. Danimarka ekibi, ''taşımayı'', en ufak enerji birimi kabul edilen kuantumun atomaltı kaynaştırma yöntemiyle elde etti. Atomları taşıma veya ışınlamada kullanılan ''Uzaktan atom sarmalaması'' kavramı için, yani, iki veya daha fazla atomaltı parçacığın fiziki temas olmadan sarmalanması için büyük fizik alimi Albert Einstein (1979-1955), ''bir uzaklıktan hayalet gibi eylem' tanımını kullanmıştı. Dünya'nın ve Güneş Sistemi'nin mensup olduğu Samanyolu gökadasının ortalama çapı 90 bin ışık-yılı (Eliptik gökadamızın dar çapı 60, uzun çapı 110 bin ışık yılı)... Saniyede 300 bin km hızla, yani ışık hızıyla gidilirse 1 ışık-yılı 9.5 trilyon kilometre... En yakın gökada Andromeda 2 milyon ışık-yılı uzaklıkta. ''Bu evrende'', milyarlarca yıldız içeren yüz milyonlarca gökada (galaksi) var. İnsan ömrü şartlanmasıyla ''solucan deliği'', veya ''ışınlama'' gibi kestirme yollardan uzak diyarlara gitmek düşü bu yüzden kuruluyor. UZAY YOLU Dizinin ünlü kaptanı KİRK her gösteride bir veya birkaç kişiyi platformun üstüne çıkarıyor, bir düğmeye basarak evrenin derinliklerinde gizemli bölgelere gönderiveriyordu. Hiç birimizin aklına, böyle bir olaya fizik kanunlarını izin verir mi, sorusu gelmeden ışınlanmayı tuhaf bir keyif, alarak açıl susam açıl gibi, kabullenmişizdir. Bir cismi bir noktadan diğer bir noktaya götürmek için mutlak bir kuvvet uygulamak gerekir, bunu biliriz ve aksini düşünemeyiz. Acaba Yüzbaşı Spark’ı kim nasıl bir uzay noktası ve zamandan başka bir uzay noktası ve zamana taşıyordu? Diziyle hiç ilgisi olmayan insanlar bile bir kez olsun "Işınla beni, Scotty!" demişlerdir. Ve kim bilir kaç uçak yolcusu on saatlik yolculuk yerine ışınlanmayı dilemiştir? "Işınla beni, Scotty!" GERÇEK OLUYOR… 1995'te bir IBM fizikçisi olan Charles Bennett, kuantum mekaniğinde özellikleri birbirine bağlı olan karmaşık elektronlardan bir çift yaratılabilmesinin mümkün olduğunu söyledi. Bağlı elektronların birbirleriyle birleştirilebilmesiyle iki özdeş çift oluşturulabilecek. Buna rağmen sadece tek bir elektron kopyalanmış oluyor, bütün bir insan vücudu değil. Uzay Yolu evreninde ışınlama cihazları dört parçadan oluşur: — Vücuttaki her bir molekülün bir "anlık fotoğrafı"nı alıp kaydeden TARAYICI, — bu parçacıkları ortadan kaldırıp madde akımına dönüştüren bir ENERJİ VERİCİ, — bedene gönderilmeye hazır olana kadar bu akımı belli bir yerde tutan PARÇACIK TAMPONU, —ve madde akımını hedefine odaklayıp orijinal haline geri getiren bir dizi "PED". ‘Teleportasyon’ adı verilen yöntemle, atomlar, enerji, hareket, manyetik gibi kuantum özelliklerini birbirlerine aktarıyorlar. ABD’den National Institute of Standards and Technology öğretim üyesi David J. Wineland ve Avusturya’dan Innsbruck Üniversitesi’nden Rainer Blatt başkanlığındaki ekibin çalışması, atomların fiziksel özelliklerinin birbirleri arasında alışverişini sağlıyor. Çalışma üzerine Nature dergisinde bir makale yayımlayan Dr. Wineland, aktarımın şimdilik sadece 1 milimetre’den küçük bir mesafe içinde yapılabildiğini, ancak gelecekte daha uzun mesafeler arasında da aktarım yapılabileceğini belirtti. Dr. Wineland ‘Kuantum aktarımı’ çalışmasını beril atomları arasında gerçekleştirdi. Avusturyalı ekip ise, aynı işlem için kalsiyum atomu kullandı. Her iki çalışmada da, bir atomun içinde bulundurduğu kuantum özellikleri diğer eş-atoma aktarıldı. Bilim adamları, laboratuar ortamında atomları birbirleri ile ‘entaglement’ denen, Albert Einstein’ın el yazmalarında “korkutucu” diye tarif ettiği, bir yöntemle eşliyorlar. Bu eşlemenin doğası gereği, bir atomun edindiği özelliği, ya da tam tersini, eş-atomu da otomatikman üstleniyor. Özelliklerin iletimi için, eş-atomlar arasındaki mesafe önem taşımıyor. Atomlar teorik olarak kilometrelerce uzakta olsalar dahi, özelliklerini ‘Kuantum aktarımı’ ile değiş tokuş edebiliyorlar. Işınlama süresi sadece milisaniyelerle ifade ediliyor. ‘Işınlama’ ya da atomlararası ‘kuantum aktarımı’nın başarılması, gelecekte üretimi öngörülen kuantum bilgisayarlarını mümkün kılacak. Son derece hızlı çalışacak olan kuantum bilgisayarlarının raflara çıkmasının 10 yıldan fazla sürmesi bekleniyor. Kur an’ı Kerim’de de bu konuya benzer bir olay anlatılmakta Hz. Süleyman kıssasın da; >>>Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi. (Neml Suresi, 39) >>>Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40) Tahtın hemen getirilmesi ile ilgili ikinci teklif ise "kendi yanında kitaptan ilim olan biri" olarak tanımlanan bir kişiden gelmektedir. Ayette söz edilen kişi Hz. Süleyman'a Sebe Melikesi'nin tahtını "gözünü açıp kapayana kadar", yani çok kısa bir sürede getirebileceğini söylemektedir.

Danimarka'lı bilim adamlarının, bilim dergisi Nature'ın son sayısında çıkan deneylerinde, "kuantum-atom ışınlaması" için uzun vadeli bir araştırmaya imza attığı bildirildi.

Aarhus Üniversitesi öğretim üyesi fizikçi Eugene Polzik ve meslektaşları, laboratuvar ortamında, lazer ışığı kullanarak ilk kez ''çok miktarda atomun'' aradaki mesafeyi aşarak toplu halde taşınmalarını, ''ışınlanmalarını'' sağladı.

Daha önce ABD'de Caltech'de, yani California Institute of Technology yüksek öğretim kurumunda yine lazer kullanılarak birkaç atomun taşınmasının 1998'de gerçekleştirildiği bildirilmişti.

Avusturya Innsbruck Üniversitesi'nden fizikçi Ignacio Cirac, Danimarkalı Polzik ve ekibinin deneyenin ileride kuantum iletişim sistemleri, kuantum hesap işlemleri ve sonunda ışınlama yollarını da açabileceğini söyledi. Cirac, ''deney kuantum fiziğinin gelişimi için başarıdır'' dedi.

Danimarka ekibi, ''taşımayı'', en ufak enerji birimi kabul edilen kuantumun atomaltı kaynaştırma yöntemiyle elde etti.

Atomları taşıma veya ışınlamada kullanılan ''Uzaktan atom sarmalaması'' kavramı için, yani, iki veya daha fazla atomaltı parçacığın fiziki temas olmadan sarmalanması için büyük fizik alimi Albert Einstein (1979-1955), ''bir uzaklıktan hayalet gibi eylem' tanımını kullanmıştı.

Dünya'nın ve Güneş Sistemi'nin mensup olduğu Samanyolu gökadasının ortalama çapı 90 bin ışık-yılı (Eliptik gökadamızın dar çapı 60, uzun çapı 110 bin ışık yılı)... Saniyede 300 bin km hızla, yani ışık hızıyla gidilirse 1 ışık-yılı 9.5 trilyon kilometre... En yakın gökada Andromeda 2 milyon ışık-yılı uzaklıkta. ''Bu evrende'', milyarlarca yıldız içeren yüz milyonlarca gökada (galaksi) var.

İnsan ömrü şartlanmasıyla ''solucan deliği'', veya ''ışınlama'' gibi kestirme yollardan uzak diyarlara gitmek düşü bu yüzden kuruluyor.

UZAY YOLU

Dizinin ünlü kaptanı KİRK her gösteride bir veya birkaç kişiyi platformun üstüne çıkarıyor, bir düğmeye basarak evrenin derinliklerinde gizemli bölgelere gönderiveriyordu.


Hiç birimizin aklına,  böyle bir olaya fizik kanunlarını izin verir mi, sorusu gelmeden ışınlanmayı tuhaf bir keyif, alarak açıl susam açıl gibi, kabullenmişizdir.  Bir cismi bir noktadan diğer bir noktaya götürmek için mutlak bir kuvvet uygulamak gerekir, bunu biliriz ve aksini düşünemeyiz. Acaba Yüzbaşı Spark’ı kim nasıl bir uzay noktası ve zamandan başka bir uzay noktası ve zamana taşıyordu? Diziyle hiç ilgisi olmayan insanlar bile bir kez olsun "Işınla beni, Scotty!" demişlerdir. Ve kim bilir kaç uçak yolcusu on saatlik yolculuk yerine ışınlanmayı dilemiştir?



"Işınla beni, Scotty!" GERÇEK OLUYOR…

1995'te bir IBM fizikçisi olan Charles Bennett, kuantum mekaniğinde özellikleri birbirine bağlı olan karmaşık elektronlardan bir çift yaratılabilmesinin mümkün olduğunu söyledi. Bağlı elektronların birbirleriyle birleştirilebilmesiyle iki özdeş çift oluşturulabilecek. Buna rağmen sadece tek bir elektron kopyalanmış oluyor, bütün bir insan vücudu değil.

Uzay Yolu evreninde ışınlama cihazları dört parçadan oluşur:

— Vücuttaki her bir molekülün bir "anlık fotoğrafı"nı alıp kaydeden TARAYICI,
— bu parçacıkları ortadan kaldırıp madde akımına dönüştüren bir ENERJİ VERİCİ,
— bedene gönderilmeye hazır olana kadar bu akımı belli bir yerde tutan PARÇACIK TAMPONU,
—ve madde akımını hedefine odaklayıp orijinal haline geri getiren bir dizi "PED".

‘Teleportasyon’ adı verilen yöntemle, atomlar, enerji, hareket, manyetik gibi kuantum özelliklerini birbirlerine aktarıyorlar.

ABD’den National Institute of Standards and Technology öğretim üyesi David J. Wineland ve Avusturya’dan Innsbruck Üniversitesi’nden Rainer Blatt başkanlığındaki ekibin çalışması, atomların fiziksel özelliklerinin birbirleri arasında alışverişini sağlıyor.        

Çalışma üzerine Nature dergisinde bir makale yayımlayan Dr. Wineland, aktarımın şimdilik sadece 1 milimetre’den küçük bir mesafe içinde yapılabildiğini, ancak gelecekte daha uzun mesafeler arasında da aktarım yapılabileceğini belirtti.              

Dr. Wineland ‘Kuantum aktarımı’ çalışmasını beril atomları arasında gerçekleştirdi. Avusturyalı ekip ise, aynı işlem için kalsiyum atomu kullandı. Her iki çalışmada da, bir atomun içinde bulundurduğu kuantum özellikleri diğer eş-atoma aktarıldı.       

Bilim adamları, laboratuar ortamında atomları birbirleri ile ‘entaglement’ denen, Albert Einstein’ın el yazmalarında “korkutucu” diye tarif ettiği, bir yöntemle eşliyorlar. Bu eşlemenin doğası gereği, bir atomun edindiği özelliği, ya da tam tersini, eş-atomu da otomatikman üstleniyor. Özelliklerin iletimi için, eş-atomlar arasındaki mesafe önem taşımıyor. Atomlar teorik olarak kilometrelerce uzakta olsalar dahi, özelliklerini ‘Kuantum aktarımı’ ile değiş tokuş edebiliyorlar.       

Işınlama süresi sadece milisaniyelerle ifade ediliyor.

‘Işınlama’ ya da atomlararası ‘kuantum aktarımı’nın başarılması, gelecekte üretimi öngörülen kuantum bilgisayarlarını mümkün kılacak. Son derece hızlı çalışacak olan kuantum bilgisayarlarının raflara çıkmasının 10 yıldan fazla sürmesi bekleniyor.


Kur an’ı Kerim’de de bu konuya benzer bir olay anlatılmakta Hz. Süleyman kıssasın da;

>>>Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi. (Neml Suresi, 39)

>>>Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40)

Tahtın hemen getirilmesi ile ilgili ikinci teklif ise "kendi yanında kitaptan ilim olan biri" olarak tanımlanan bir kişiden gelmektedir. Ayette söz edilen kişi Hz. Süleyman'a Sebe Melikesi'nin tahtını "gözünü açıp kapayana kadar", yani çok kısa bir sürede getirebileceğini söylemektedir.

22 Eylül 2010 Çarşamba

BEYNİNİZDE HER AN, ELEKTRİKSEL BİR KASIRGA YAŞANDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ?

İlk kez uygulanan bir teknikle beynin çeşitli bölümleri arasındaki sinyal alışverişi izlendi ve stres, depresyon ya da iştah gibi farklı duyguları kontrol eden bölümler arasında yoğun bir trafiğe rastlandı.


Hissetmek, hareket etmek, işitme, görme, tad ve koku alma, kalbin çalışması, nefes alma gibi hayati işlevlerin tümünü beynimiz gerçekleştirir. Ayrıca hormonlar üreterek vücudun ihtiyaçlarına göre düzenlemeler yapar. Çok hassas bir sisteme sahip olan bu organımız elektrik sinyalleri ile çalışan sinir hücreleri, bunları barındıran ve beslenmelerine yardımcı olan destek hücreleri ve kan damarlarından oluşur.

BEYNİMİZ 1.000 ADET SÜPER BİLGİSAYARIN TOPLAM İŞLEM KAPASİTESİNDEN DAHA ÜSTÜN !


Beyinde, her an kendi aralarında iletişim imkanına sahip milyarlarca hücre vardır. Beynimizdeki bu özellik, hiçbir bilgisayarın erişemediği üstün bir iletişim kapasitesi ortaya çıkarır. D. Meredith, insan beyninin işlem kapasitesinin (dönemin teknolojisiyle) 1000 adet süper bilgisayarın toplam işlem kapasitesine denk olduğunu hesaplamıştır:


İnsan beyninin sahip olduğu kapasitenin de günümüz teknolojisi ile karşılaştırıldığında, büyük bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. 

Amerikalı bilim adamlarının araştırması, beynin birbiriyle sürekli etkileşim içinde bölümlerden oluşan bir ağa benzediğini, bu yönüyle de interneti andırdığını ortaya koydu.


İlk kez uygulanan bir teknikle beynin çeşitli bölümleri arasındaki sinyal alışverişi izlendi ve stres, depresyon ya da iştah gibi farklı duyguları kontrol eden bölümler arasında yoğun bir trafiğe rastlandı.

BEYİNDE HİYERARŞİK BİR DÜZEN YOK, ADETA BİR KARMAŞA, FIRTINALAR VAR AMA SONUÇTA MÜTHİŞ BİR DÜZEN, MÜTHİŞ BİR AKIL ORTAYA ÇIKIYOR AMA NASIL?

Bu sonucun, 19'uncu yüzyıldan beri geçerliliğini koruyan ve beynin tepeden aşağı hiyerarşik bir yapıda çalıştığını savunan görüşün değişmesine neden olabileceği düşünülüyor.


Los Angeles'taki Güney Kaliforniya Üniversitesi'nden Larry Swanson ve Richard Thompson, işe deney farelerinin beyninde haz ve ödül ile ilişkilendirilen bölümü inceleyerek başladı. Bu bölüme sinyal akışını izleyecek cihazlar bağlandı. Cihazlardan biri sinyalin bu bölgeden hangi bölgeye gittiğini, diğeri ise hangi bölgelerden bu bölgeye sinyal geldiğini kaydetti.

Sonuçta farenin beynindeki haz ve ödül ile ilgili bölümün en az dört başka bölümle iletişim halinde olduğu görüldü. Oysa şimdiye kadar beyinde her bir bölümün, yukarıda, bir şirketin patronuna benzetilebilecek tek bir merkez ile iletişim halinde olduğu sanılıyordu.

Aslında ortada böyle bir varsayım vardı, ancak bilimsel olarak kanıtlanamamıştı. Bilim adamları bölümler arası bu yoğun iletişimi internetin çalışma mantığına benzetiyor.

GÖREN VE İŞİTEN KİM? BEYİN DEĞİL, BUNU BİLİM ADAMLARI SÖYLÜYOR ÇÜNKÜ BİLİNÇ VE İDRAK BEYİNSEL BİR İŞLEM DEĞİL !

Bu araştırmanın derinleştirilmesiyle de insan beyninin kapsamlı bir haritasının çıkarılabileceğini belirtiyorlar. Ancak böylesi bir haritanın son derece karmaşık olacağı ve bilinç, idrak gibi derin soruları çözmekte yetersiz kalabileceği ifade ediliyor.

Cambridge Üniversitesi matematik ve teorik fizik bölümünden Peter Russell, bu gerçeği şu şekilde özetler:
Bir ağaca baktığımda, doğrudan ağacı görüyormuşum gibi gelir. Ama bilim, tamamen farklı bir şeyin gerçekleştiğini söylemektedir. Gözden giren ışık retinada kimyasal reaksiyonları tetikler, bunlar beyne giden sinir lişeri boyunca hareket eden elektrokimyasal impulslar meydana getirirler. Beyin aldığı verileri analiz eder ve sonra dışarıda var olan şeye dair kendi görüntüsünü meydana getirir. Daha sonra ben, ağaç görüntüsünü görürüm. Ama benim asıl gördüğüm ağacın kendisi değildir, sadece zihnimde oluşan görüntüsüdür. Bu, tecrübe ettiğim her şey için geçerlidir. Bildiğimiz, algıladığımız ve hayal ettiğimiz her şey, her renk, ses, duygu, her düşünce, her his zihinde meydana gelen bir şekildir. Bunların tümü zihnin kendi şekillendirmesidir. Peter Russell, The Primacy of Consciousness, http://www.peterussell.com/SP/PrimConsc.html 

Görüntünün beyinde olduğunu iddia eden bilim adamlarının şu soruya cevap vermeleri gerekmektedir. Eğer beyinde bir görüntü meydana geliyorsa, bu durumda bu görüntüyü izleyen kimdir?

Kaliforniya Üniversitesi, Psikoloji Bölümü ve Nörobilim Programı profesörü ve Beyin ve Algılama Merkezi Başkanı Vilayanur S. Ramachandran, Phantoms in the Brain (Beynin Aldanışları) isimli kitabında bu durumu şu şekilde açıklamıştır:
Elinde tuttuğu bardaktaki içeceğe baktı. "Göz küremin içine bu bardağın ters bir görüntüsü düşüyor. Açık ve koyu renkli görüntülerin hareketleri retinamın üzerindeki fotoreseptörleri aktişeştiriyor ve şekiller, bir yol boyunca –bu yol optik sinirdir- tek tek pikseller halinde aktarılıyor. Beynimin içindeki ekranda da görüntüleniyor. Bu bardağı da aynen bu şekilde görmüyor muyum? Elbette, beynimin tekrar görüntüyü çevirip düzeltmesi gerekiyor."

Onun fotoreseptörler ve optik hususundaki bilgileri etkileyici olsa da, beynin içinde bir yerlerde görüntülerin izlendiği bir ekran olduğu şeklindeki açıklamasında ciddi bir mantık hatası vardır. Çünkü eğer iç nöronlara bağlı bir ekranda bardağın görüntüsünü izleyebiliyor olsaydınız, beyninizin içinde bunu görmesi için bir başka küçük insana ihtiyaç duyardınız. Bu da problemi çözmeyecektir, çünkü bu kez onun kafasının içinde görüntüyü izleyebilmesi için daha da küçük bir insana ihtiyaç duyacaktınız ve bu böylece sonsuza dek devam edecekti. Sonuç olarak ise idrak sorusunun gerçek cevabını bulamadan hiç bitmeyen gözler, görüntüler ve küçük insanlar ile başa çıkmanız gerekecektir. V.S. Ramachandran, M.D., Ph.D. ve Sandra Blakeslee, Phantoms in the Brain, William Morrow and Company, Inc., New York, 1998, s. 66 

"Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır." (Taha Suresi, 98)

20 Eylül 2010 Pazartesi

ŞEYTANIN ÖRGÜTÜ ŞAMBALA, ŞEYTANIN ASKERİ HİTLER

Karanlık güçler yani şeytanın emrindeki Şambalalar bazen dünyadaki işlerini yürütebilmek için katalizör seçerler. İşte Hitler de seçtiklier en büyük katalizorlardan biridir. Hitler 20 Nisan 1889 da Bavyera yakınlarında bir köyde doğdu. Çok ilginçtir ki bu köy medyum ve falcılarıyla ünlü bir yerdir. Çok ünlü iki medyum olan Schnedeider kardeşlerde bu köyde doğmuşlardı. Ayrıca Hitlerin dadısı ve kuzenide medyumdur.


Hitler daha genç yaşında okültizme kaptırdı kendini ve dönemin gizmeli dergisi "ostara" elinden düşürmediği bir bilgi kaynağıydı. Hitler işte böyle bir ortamda şambala kaynaklı ökült düşüncelerle yetişti. Hitlerin kavgam kitabında şu cümleyle karşılaşırsınız

"Ben insanların bilmediği doğaüstü güçleri kullanarak Alman ırkını lider yapacağım!!!"

İşte Hitlerin doğa üstü güçleri, Masonların da Baphomet adıyla taptıkları ve emir aldıkları Baphomet, yani şeytanın ta kendisidir.


"O zaman zaman kendinden geçer ve başkalarının göremediği ancak kendisine eziyet eden, dehşet verici varlıklardan söz ederdi. Bu kriz anlarında Adolf'u yatıştırmak kolay olmuyordu. 1.Dünya Savaşı sırasında kafasının içinde yankılanan ve kendisiyle sık sık konuşan sesin varlığından söz ediyordu. Bir defasında siperlerde asker arkadaşlarıyla yemek yerken bu ses ona; "Yerinden kalk ve karşıya bak.." dedi.


Ses o kadar net ve ısrarcıydı ki, Hitler sanki askeri bir emir almış gibi otomatik bir hareketli itaat etti. Yerinden kalktı siper boyunca 20 metre kadar yürüdü. Sonra yemeğine devam etmek için yeniden oturdu ve bu sefer kendini daha rahat hissediyordu. Ancak birkaç saniye sonra kulakları sağır eden bir gürültü ve korkunç bir ışıkla etraf sarsıldı. Arkadaşlarının arasında unutulmuş bir el bombası patladı ve zavallı askerlerden biri bile sağ kurtulmadı, tabii Adolf hitler hariç."



Hitler'in "Satanist" Locası: Thule

Hitler'in bir diğer ilginç yönü de, "Thule" adındaki kara büyü konusunda yoğunlaşmış olan mason locasına girip burada büyü ve büyücülük konuları ile ilgilenmiş olmasıydı:

"Hitler, yalnızca yüksek dereceli masonların alındığı Kabala ile ilgilenen 'Thule' Mason Locasına kayıtlıdır." (Modern Magick, Donald Michael Kraig, sf.33)

"Sebottendorf, yazdığı kitapta 'Hitler'den önce ben vardım' diyordu. Hitler'in ilk kez kendilerine- 'Thule' ye geldiğini ve burada eğitildiğini açıkladıktan sonra, Hitler'in, Thule'nin aristokrat olmayan Almanlara açık olan yan örgütü Alman İşçi Partisi'ne, sonra da Thule'nin üyesi ve görevlisi Karl Harrer tarafından kurulmuş olan Münih'teki Alman Sosyalist Partisi'ne üye yapıldığını açıkladı." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)

Hitler bu büyü örgütünde aldığı bilgiler doğrultusunda "nasyonal sosyalizm"düşüncesini oluşturmuş ve Nasyonal Sosyalist Parti de bu örgütün ön ayak olmasıyla kurulmuştu:

"Hitler'in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), 1920'de, Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)
Nitekim, "Thule"nin amblemi olan "Gamalı Haç"partinin de amblemi olarak kullanılmıştır:

"Thule'nin amblemi, yukarıda da belirtildiği gibi, Gamalı Haç'tı." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)

Hitler siyasi hayatının ilk yıllarında uluslararası Siyonist finansörler dışında "Thule" locasının da desteğini görmüştü:

"Adolf Hitler, 1919'da Alman İşçi Partisi'ne katıldı, çünkü etkin bir Alman topluluğunun, aristokratların ve finansçıların oluşturduğu 'Thule Locası' tarafından desteklenmişti. J.H. Stein Bankasının sahibi ve Polonya bankacılarının ortağı olan Baron Kurt Von Schroder, Herrenklub'ün üyesi ve aynı zamanda Almanya'nın en etkin grubu 'Thule' Locası'nın lideriydi. 'Thule', 1919'da Hitler'in işini başlatmıştı. Schroder, tüm ITT'lerin ve Alman yan kuruluşlarının yöneticisiydi, SS Kıdemli Grup Lideri, Deutsche Reichsbank ve diğer yüksek seviyede yöneticilikleri vardı.

Şambala kendi çıkarları için Adolf hitleri yukarıdaki gibi birçok kez kurtarmıştır.

YAKINLARININ ŞAHİTLİĞİNDE ŞEYTANI DİNLEYEN HİTLER

“Yakınlarının anlattıklarına göre Adolf Hitler geceleri çığlıklar atarak uyanıyordu; titreyerek anlaşılmaz sözcükler söylüyor, soluk soluğa yatağından fırlıyor, odanın ortasına dikiliyor, görmeyen gözlerle bakarak ‘işte o, buraya da gelmiş, işte o’ diye inliyor sonra yine anlamsız garip sözcükler mırıldanmaya başlıyordu. Zorla teskin edilip yatağına yatırılıyor ama yine fırlayarak ‘işte yine orada, köşede’ diye haykıracak tepiniyor ve çığlıklar atıyordu.”

“Hitler Bana Dedi ki” adlı kitabında Herman Rausching, Hitler’le ilgili bu akıl almaz iddialarda bulunuyordu. Dünyayı titreten Nazi liderini korkutan ne olabilirdi?

Hitler’in bu şaşırtıcı gücü nereden kaynaklanıyordu? Çok yazılıp çizilen siyasi ve askeri kişiliğin ötesinde Adolf Hitler kimdi? On iki yıl Hitler’in basın sözcülüğünü yapmış olan Otto Dietrich “Çılgınca milliyetçi düşünceleri olan şeytani bir adam” diyordu Hitler için.

Hitler’in bu gizemli konumuyla ilgili en önemli kaynaklardan biri Herman Rausching. Rahusching “Hitler Bana Dedi ki” adlı kitabında Hitler’le ilgili başka tanıklıklarda daha bulunuyor.

“Hitler, sürekli olarak zamanın çok az kaldığı endişesindeydi ve sürekli korkuyordu. Sık söylediği şeyler arasında, ‘Evrenin Kesin Dönemeci’ sözü vardı ama eğitilmemiş olan bizler, gezegende olacak bir kıyameti tam anlamıyla kavrayamazdık. Kitle için ‘Ruhun yanlış yolu’ deyimini kullanıyordu. ‘Büyüsel Görüşe’ sahip olmak, insan tekamülünün amacıydı. Kendisi, o andaki ve gelecekteki başarıların kaynağı olan gizemli bilginin eşiğindeydi. İlkel dünyaya ait efsaneleri inceliyor, ilk toplumlar ve kitleleri etkileyen mitleri araştırıyordu. Doğa yasalarının değiştirilmesi için kullanılan büyüsel antik yöntemler hakkında bir kitap bile yazdı. Kendi gücünün, gizli güçlerden kaynaklandığına emindi. İnsanlığa yeni İncil’i bir an önce bildirmek hevesi içindeydi.”


Rausching’in sözleriyle Hitler’in büyüyle olan ilişkisi açıkça görülüyordu.

Nitekim ünlü Fransız bilim adamı Jacques Bergier “Büyü ve Politika” adlı çalışmasında, büyünün 20. yüzyılda birçok biçimde politikayı gizli olarak yönettiği düşüncesindeydi. Bergier, büyünün soyut olmadığını ve her şekilde ortaya çıktığını söylerken, çok gizli politik büyü gruplarının gizli bir savaş içerisinde olduklarını, bu savaşta hatanın kabul edilmediğini ve acımasızlığın ana ilke olduğunu belirtiyor. Artık bu akıl ötesi politik-büyü örgütleri, ulusların ötesinde, kendi çıkarlar, aldatılarak silinmekte ya da kurban edilmektedir.”

“Bilinmeyen Hitler” adlı kitabında Wulf Schwartzwaller iddiaları doğruluyordu:

“Hitler Landsberg hapishanesindeyken en düzenli ziyaretçileri Münih Üniversitesi Jeopolitik Enstitüsü Profesörü General Karl Haushoffer ile Rudolf Hess’ti. Hitler “Kavgam” adlı kitabını bu iki önemlin ismin yardımıyla yazmıştı. Haushoffer, Hitler ve Hess çok uzun söyleyişlere, müzakerelere dalıyorlardı. Haushoffer esoteric bilimlerin yanı sıra Zen Budizmi’ne de ilgi duyuyordu.

Tibetli Lama Rahiplerinden ders almıştı. Dietrich Eckart’tan sonra Hitler’i etkileyen ikinci kişiydi. Berlin’de Berlin Luminous Locası’nı o kurmuştu. Haushoffer ünlü Rus büyücü ve metafizikçisi Gregor İvanovich Gurdyev’in öğrencisiydi. Gurdyev ve Haushoffer, dünyanın altında yaşayan ve insandan daha üstün dünya dışı bir tür ile ilişki içerisinde olduklarına emin oldukları Tibet Locası’na üyeydiler. Hitler, Alfred Rosanberg, Himmler, Goring ve Hitler’in hemen hemen yanından hiç ayırmadığı fizikçisi Dr. Morell de aynı zamanda Loca’ya üyeydiler.” (The Unknown Hitler, Wulf Schwartzeller, Berkeley Boks, 1990)

1925 yılında Nazi Partisi hızla büyümeye başladı. Almanya’nın ünlü şairi Everst büyük bir hevesle partiye yazıldı, çünkü Nazi Partisi’ni kara güçlerin en açık ifadesi olarak görüyordu. Partinin yedi kurucusu da kara güçler tarafından yönetildiklerine ruhen ve bedenen emindiler. Onları birleştiren yemin, enerji ve şans kaynağı bir Tibet efsanesine dayanıyordu.

Araştırmacı-yazar Ergun Candan, “Gizli Sırlar Öğretisi” adlı kitabında bu konuyla ilgili son derece çarpıcı bulgulara yer veriyor:

“II. Dünya Savaşı sonlarına doğru yıkılan Nazi karargahına girildiğinde, hiç akıllara gelmeyen bir şeyle karşılaşılmıştı. Yıkıntılar arasında oniki Tibetli rahibin cesetleri bulunuyordu. Bu duruma o yıllarda hiçbir anlam verilememişti. Aslında savaş atmosferi içinde bunu hiç kimsenin düşünecek hali de yoktu. Savaş bitip de de her şey normale dönmeye başladıktan sonra bu durum birçok kimsenin dikkatini çekmeye başladı:

İddialara göre Hitler’in başka bir türle bağlantısı bulunuyordu.

Nazi karargahında oniki Tibetli rahibin işi neydi?

Bu soru uzun bir süre zihinleri meşgul etti. Naziler ile Tibetli rahipler ne gibi bir birlikteliği olabilirdi? İşte bu konu inceden inceye araştırılmaya başlandı. Ortaya çıkan sonuçlar bir hayli düşündürücüydü: Naziler bir yer altı uygarlığı olduğuna inanılan Şambala ile irtibatlıydılar!


Nazi Partisi’nin yedi kurucusundan biri olan Diettrich Eckardt, Satanist Thule tarikatının temel felsefesini şöyle açıklıyordu:

“Thule’un tüm sırları, eski kayıp bir uygarlığa dayanır. İnsanoğlu ile ‘dış zekalar’ arasında bulunan bazı aracı varlıklar, bu sıralara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadır. Bu güç kaynağı Almanya’yı dünyaya egemen kılacaktır. Yine bu güç kaynağı geleceğin üstün insanının ortaya çıkmasını ve insan türünün değişimini sağlayacaktır.”

İnsanoğlu ile dış zekalar sözleri insanla şeytanı anlatıyordu.

II. Dünya Savaşı’nın okült sebeplerine ilişkin bir kitap: Unsolved of Mysteries World War II

Hitler, kendi liderliğindeki dönemde ateş çağının yaşanacağına, buz ve soğuğun yenileceğine inanıyordu. İddialara göre, Rusya’daki buz çöllerine askerlerini yazlık elbiselerle göndermesi bu yüzdendi. Kafkasya’ya girdikten sonra yüksek rütbeli üç SS subayı, yüksek bir dağın zirvesine gamalı haç kara tarikat bayrağını dikti. Stalingrad yenilgisinden sonra Nazi söylevcisi Gobels haykırıyordu. “Anlamıyor musunuz? Evrensel anlayış yenildi, ruhsal güçler yeniliyor. Hüküm saati geliyor, tüm insanlar acı çekecekler ve çekmeliler..” Hitler ekliyordu: “Yeterince kayıp verilmedi!”

Hitler ve yandaşları korkuyorlardı. Karşıt güçler, yani AGARTA harekete geçmişti ve cezalandırılacaklardı. Son anda bile, Berlin düştüğünde, metroya sığınmış 300 bin Alman için Hitler çılgınca emir verdi: “Metroyu sular altında bırakın, herkes ölsün, bu bir ayindir ve kurban gerektirir, böylece yerdeki güçler yardımımıza koşacaktır.” Gerçekten çıldırmış mıydı yoksa öğretisini mi uyguluyordu?

Nazi Sosyalist Partisi’nin yedi kurucusundan biri olan Eckardt ölüm döşeğinde yatıyor ve son sözlerini söylüyordu:

“Hitler’i muhakkak izleyin, o benim müziğimle dans edecektir. Ona onlarla ilişki kurma yetkisini verdik.” Kimlerle? Bu ne demekti? Alman Genelkurmay toplantıları yoksa özel bir meditasyonla mı başlıyordu?

Gerçekten de karanlıklardan gelen, Şeytani gizem ve inanç, Nazi yönetiminin her yerinde yaşıyor ve yaşatıyordu.


Nazizm: 20. Yüzyıl Putperestliği
 

Naziler, gerek örgütlenme aşamalarında, gerekse 1933’te başlayan iktidarları boyunca, paganizmi (putperestliği) savunmuşlar ve Alman toplumunu Hıristiyanlıktan kopararak, pagan inançlara geri döndürmeye çalışmışlardır. 

Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, henüz 20’li yıllarda, Hıristiyanlığın Hitler önderliğinde kurulacak yeni Alman Krallığı (III. Reich) için gerekli olan ruhsal enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik pagan dinine geri dönmesi gerektiğini açık açık savunmuştur. Rosenberg’e göre, Naziler iktidara geldiklerinde kiliselerdeki dini semboller yerine gamalı haçlar, Hitler’in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg’in bu görüşlerini benimsemiş, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek, söz konusu yeni Alman dini teorisini tam olarak uygulamaya geçirmemiştir. (Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1.b., London: Rider, 1989, s. 130) 

Ancak Nazi rejimi sırasında yine de önemli neo-Paganizm uygulamaları yaşanmıştır. Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden bir süre sonra, Hıristiyanlıktaki kutsal günler ve bayramlar yok olmuş ve yerlerine Pagan dininin kutsal günleri konmuştur. 1935 yılında okullarda öğrencilere Hıristiyan duaları yaptırılması yasaklanmış, ardından Hıristiyanlıkla ilgili derslerin tamamı kaldırılmıştır. 

Nazilerin pagan ideolojilerini (ve sapkın eşcinsel eğilimlerini) konu alan The Pink Swastika (Pembe Gamalı Haç) adlı kitapta belirtildiği gibi, “Helenistik (Yunan) paganizminin yeniden doğuşu, Nazi kimliğinin çok temel bir özelliğidir.” (Scott Lively, Kevin Abrams, The Pink Swastika, Founders Publishing Corp., Oregon, 1997, s. 19) 


Nazizm’in çıkış noktası olan faşizmin özellikleri ele alındığında, otoriter devlet yönetimi, lider despotizmi, saldırgan bir dış politika gibi kavramlar sıralanır. Ancak tüm bunların yanında, faşizmin belki de en temel özelliği ırkçılıktır. Özellikle Nazi ideolojisine bakıldığında, faşizmi faşizm yapan etkenin asıl olarak ırkçılık olduğu görülür. Naziler, üstün ırk saydıkları Alman ırkını tüm dünyaya hakim kılma rüyasıyla yola çıkmışlar ve tüm politik ve sosyal girişimlerini buna dayandırmışlardır. Wilhelm Reich’ın ifadesiyle “Irk teorisi, Alman faşizminin teorik eksenini oluşturmaktadır.” (Wilhelm Reich, The Mass Psychology of Fascism, Farrar, Straus and Giroux, New York, 2000, s. 75)  




Eckardt ve dostları Thule’un dünyadaki temsilcileriydi. Amaçları dünyanın kaderini değiştirip üstün bir ırk meydana getirerek “üst zekalılara” diyaloğa geçmekti. Thule’nin temsilcileri Karl Haushoffer ve Dietrich Eckardt, medyum özelliğine sahip Adolf Hitler ve Rudolf Hess’i kendi amaçları için kullanmışlardı.


1926 yılında Berlin ve Münih’e küçük bir Tibet kolonisi yerleşti. Ruslar Berlin’e girişler sırasında cesetler arasında rütbesi olmayan 1000 kadar Tibet ölüm gönüllüsüne rastladı. Nazi hareketi başarıya ulaşır ulaşmaz Tibet’e heyetler göndermiş ve bunu 1943’e kadar kesintisiz devam etmişti.

Thule grubu üyeleri uzlaşmayı bozacak bir hata işleyecek olurlarsa intihar etmeye yemin etmişlerdi ve 14 Mart 1946’da Karl Haushoffer, karısı Martha’yı öldürüp, Japon usûlü harakiri yaptı. Mezarına hiçbir anıt ya da haç dikilmedi. Oğlu, Hitler’e karşı düzenlenen suikaste karışanlardan biri olarak idam edildi. Ceketinin cebinde şiir şeklinde yazılmış olan şu yazı bulundu: “Babam kötülüğün sesini duymadı. O, Şeytan’ı dünyaya saldı.”

HİTLER HAKKINDA YAZILAN VE KARAKTERİNİ ORTAYA KOYAN ÖNEMLİ KAYNAKLAR

"Açıkça görüldüğü gibi, Hitler kendisinin, Almanya'ya kurtarıcı olarak, insan üstü bir varlık gibi, özel bir görevle yükümlü olduğuna inanmaktadır." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.16)

Hitler yaptığı toplantılarda da bu özelliğini ön plana çıkarıyor ve insanlar üzerinde bu şekilde hakimiyet kurmaya çalışıyordu:

"Bütün bu toplantılar, doğaüstü ve dinsel bir hava yaratmayı amaçlıyordu, Hitler'in toplantı yerine girişi sözde bir ilah edası taşıyordu." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.41)

Bu yönüyle insanları etkilemekte o kadar başarılı olmuştu ki, halk artık onu insan üstü bir varlık gibi görmeye başlamış ve tüm iradenin Hitler'e ait olduğu sapkınlığına inanmıştı. Hitler'in Hava Kuvvetleri Komutanı olan Goering'in şu ifadesi bu durumu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır:

"Vicdansızım ben. Benim vicdanım Adolf Hitler'dir." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.52)

Din yok edilmesi gereken bir duygudur. Devlet mutlak yönetici olarak kalmalıdır. Gençken, dini dinamitle yok etmenin gerekli olduğuna inanıyordum. Ancak şu anda daha kurnazca yöntemler kullanılması gerektiğini düşünüyorum... En sonunda dine inanan birkaç yaşlı insan kalacak... Genç ve sağlıklılar bizim tarafımızda… İnsanlarımız din olmadan yaşamayı başarmışlardı. Altı SS bölümünden hiçbirinin dinle bir bağı yok. (A. Hitler, Hitler’s Secret Conversations 1941-1944, With an introductory essay on The Mind of Adolf Hitler by H.R. Trevor-Roper, Farrar, Straus and Young, New York, p. 117, 1953; cited by Jerry Bergman, Darwinism and the Nazi Race Holocaust) 

Alman Führer’i bir evrimciydi. Almanya’nın tecrübesini, evrim teorisine uygun hale getirmek için bilinçli olarak çalıştı. (Sir Arthur Keith, Evolution and Ethics, New York: G.P. Putnam’s Sons, 1947, p. 1) 

Darwin: Before and After kitabının yazarı Robert Clarck ise, Hitler için:“Muhtemelen çocukluk döneminden itibaren evrim öğretisiyle büyülenmişti... Üstün bir ırkın her zaman aşağı ırkı fethedeceğini söylerdi.” demiştir. (Robert Clark, Darwin: Before and After, Grand Rapids International Press, Grand Rapids, MI, 1958. p.115)Nazi Almanyası’nın siyasi felsefesi de, Hitler’in bu inançları doğrultusunda şekillenmişti. 

Hitler'in içinde bulunduğu bu "üstün insan" olma sapkınlığı onda şiddete dayalı bir ruhun yansımasına da yol açtı:

"Barbarlık, onur dolu bir sıfattır. Bu nedenle, tam anlamıyla barbar olmak istiyoruz." (Cumhuriyet, 26 Kasım 1992, sf.12, Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal)

Hitler'in özel hayatı da birçok sapkınlıkla doluydu. Üst düzey Nazilerin çoğunda bulunan özelliklerden biri olan homoseksüellik Hitler'in de "alışkanlık"larındandı.

Hitler gençliğinden itibaren bu tür bir kimliğe sahip olmuş ve gençlik yıllarında homoseksüellerle beraber yaşamıştı. Bu dönemde geçimini eşcinsel ilişkiler için kendisini kiralayarak sağladığına dair polis kayıtlarında çeşitli bilgiler yer almaktaydı:

"İşte bu günlerde, üstelik eşcinsel ilişkiler için kendilerini kiralayan insanların kaldığı bir otelde kalıyor ve belki de bu nedenle polis kayıtlarına, bir 'cinsel sapık' olarak geçiyordu." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.172)

Genel olarak bütün yakın korumalarını homoseksüel olan kişilerden seçmiş ve aynı zamanda kendisine homoseksüel eşler de edinmişti. Hitler, bu sapık ilişkilerinin, homoseksüelliğinin bilinmesinden hiç rahatsızlık duymuyor ve eşcinsel oluşunu gizlemeyip eşcinsellerin kendi aralarında kullandıkları bir ismi kullanıyordu:

"Hitler'in normal kişilerden çok, eşcinsellerin yanında rahat ettiği doğrudur. Strasser'ın belirttiğine göre, kişisel korumalarının hepsi eşcinseldir. Rauschning, Hitler'in eşcinsel eşi olduklarını söyleyen iki oğlana rastladığını belirtmiştir. Hitler'in, eşcinsellerin, arkadaşları için kullandıkları "Bubi" adını kullandığı büyük bir olasılıkla doğrudur." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.164)