30 Haziran 2010 Çarşamba

ASLINDA TEK AN VAR O DA 'ŞU AN’

Hafızamızda olmayan varlıklar ve olaylar bizim için yoktur veya ölmüştür, geçmiştir.
Bir insanın geçmişi, aslında o insanın hafızasında yer alan bilgilerden ibarettir. Eğer bu insanın hafızası silinse, geçmişi kalmayacaktır. Hafızası ve düşünceleri alınan bir insan için sadece içinde yaşadığı "an", yani "şu an" kalacaktır.
Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır.
Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. 
Örneğin ilkokula kaydolduğumuz an hafızamızda bulunan bir bilgidir ve biz bu nedenle bunu geçmiş bir olay olarak algılarız. 
Wilder Penfield; yaptığı çalışmalar sonucunda şöyle bir yorum da bulunmuş:
“Bilinç akışında daha önce kaydedilen bellek kayıtları (engram) kişinin dikkatinin-farkındalığının yoğunlaşmasından, düşünce ve duygu durumlarından doğan ardışık kayıtlardır. İnsanın geçmiş bilincinin tamamı için kayıtlardan birisi yeterli değildir.”
Beyin ameliyatları esnasında epileptik hastalara, elektrik akımları uyguladı ve şakak lobunun ön-yan kıvrımları (anterior-lateral temporal gyrus) uyardığında “yeniden yaşanmışlık” hissi oluştuğunu, bunun bilincin beynin elektrikle uyarımıyla kolayca değişebileceğini gösterdiğini öne sürdü (1975). Bu “yaşanmış halüsinasyonları” tanımlayarak, zamanda geriye doğru giderek eskiden kişide bilinçli kayıtlanmış olan olay, yer, ses, duygudurum ve manzaraların tekrar canlandığını savundu. Bundan yola çıkarak ta, halüsinasyonları (varsanımlar) “bilincin akışı kayıt şeritlerinin yeniden canlanması” olarak tanımlandı. 


20 Haziran 2010 Pazar

DIŞARIDAKİ IŞIK ASLINDA NEREDE?

Işık, bize dış dünyayı görünür kılan, dışarıdaki görüntünün oluşmasına vesile olan şey midir? Dışarı çıktığınızda etrafınızdaki tüm maddesel varlıkların var olmasına ama kapkaranlık bir odada maddenin bizim için tamamen yok olmasına sebep olan şey ışık mıdır? Eğer ışık olmasa, etrafımızdaki dünya bizim için tamamen yok mu olacak?




Bunun teknik açıklaması şudur: Güneş ve diğer ışık kaynakları, farklı dalga boylarında elektromanyetik parçacıklar (fotonlar) saçarlar. Bu parçacıklar, yapılarının öngördüğü şekilde evrene yayılır. Örneğin birçok radyoaktif parçacık vücudumuzun içinden geçip gider. Onları ancak kurşun levhalar durdurabilir. Bu parçacıkların bazıları o denli ağır ve o kadar büyük miktarda enerji yüklüdürler ki, çoğu zaman çarptıkları molekülü parçalayarak yollarına pek sapmadan devam ederler. Bu, radyasyonun kansere yol açmasının altında yatan nedendir. Daha güçsüz bir tür radyasyon olan röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makineleri üretilmiştir. Bu makinelerin yaptığı iş, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi “görülebilen ışığa” çevirmek, yani gözlerimiz tarafından algılanabilir hale getirmektir. 

Yani ışık, göz tarafından algılandığı ve beyin tarafından yorumlandığı sürece var olur. Dışarıda ise bildiğimiz manada bir ışığın varlığı, bir aydınlık söz konusu değildir.

Radyo dalgaları normal şartlarda duyularımızın hiçbiri tarafından algılanmazlar.



Radyolar, bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirirler.

Radyo dalgaları, parçacık içermedikleri için çarpışma anında insana zarar vermezler. Bu dalgalar hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir. Radyoda bir yayın yokken duyulan hışırtı, aslında Güneş ve tüm yıldızlar tarafından evrenin başlangıcından bu yana yayılan kozmik fon radyasyonunun “sesidir”. Burada “ses” kelimesi ile kastedilen, bu dalgaların radyolarımız tarafından işlenerek kulaklarımız tarafından duyulabilir hale getirilmesi ve bunun ardından beynimizde oluşturdukları algıdır. Yani, gerçekte bizim için var olmayan, fiziksel anlamda da maddesel varlığı olmayan dalgalar, radyo tarafından kulağın duyduğu ve beynin yorumladığı bir şekle dönüştürülür.

Aynı durum televizyon için de geçerlidir. Bizim için gerçekte görünür olmayan çeşitli ışık dalgaları, televizyon tarafından yorumlanarak, bizim algılayabileceğimiz şekle dönüştürülür.
Frekansları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan mor ötesi ışınlar, cilde nüfuz edebilir ve bazen genetik şifrede bozulmalara sebep olabilir.

“Işık” dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar ise çok daha hafif parçacıklardır ve çoğunlukla ilk çarptıkları atomdan sekerler. Üstelik bunu yaparken çarptıkları yere pek bir zarar da vermezler. Frekansları, yani titreşim hızları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan mor ötesi (ultraviyole) ışınları, cildimize nüfuz edebilir ve bazen genetik şifremizde bozulmalara neden olabilir. Belli saatlerde güneş ışığına çok fazla maruz kalmanın kansere neden olabilmesi bundandır.

Frekansları gereği kızıl ötesi (enfraruj) olarak adlandırılan fotonlar ise çarptıkları yüzeyde enerjilerinin bir kısmını bırakırlar ve buradaki atomların titreşim hızını, yani ısısını artırırlar. Bu yönleriyle kızıl ötesi ışınlar, ısı ışınları olarak da adlandırılır. Akkor haline gelmiş bir kömür sobası veya bir elektrik sobası bol miktarda kızıl ötesi ışın yayar. Bu ışınlar cildimiz tarafından sıcaklık hissi olarak algılanır. Gerçekte dışarıda “sıcaklık” diye bir şey de yoktur. Sıcaklık dediğimiz şey, ışık dalgalarının meydana getirdikleri enerjiden ibarettir. Sıcaklığı algılayanın, hissedenin varlığı olmaksızın, “sıcak” diye bir şeyin varlığını iddia etmek imkansızdır.



Gerçekte dışarıda ısı ve ışık yoktur. Çeşitli frekanslarda dolaşıp duran parçacıkları görülür ve hissedilir hale getiren ise beynimizdeki algı merkezidir.

Dışarıda var olduğunu zannettiğimiz canlı ve ışıklı dünya, bizde algı olarak meydana gelen bir hayaldir aslında. Güneşli bir günde seyrettiğimiz deniz manzarası, yalnızca beynimize iletilen elektrik sinyallerinin oluşturduğu bir görüntüdür. Bu görüntünün dışarıdaki aslına hiçbir zaman ulaşamayız.

Fotonların bir kısmı da vardır ki frekansları mor ötesi ve kızıl ötesi ışınların arasında kalmıştır. Bunlar gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüğünde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer parçacık olan fotonları “ışık” olarak algılarız. 



Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları “ısı parçacıkları” olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece “sıcak” veya “soğuk” olduklarını hissedecektik. Bir başka deyişle dışarıdaki dünyanın varlık şekli, bizim duyularımızın onu algılama şekline bağlıdır. Dışarıda ısı ve ışık yoktur. Çevremiz, çeşitli frekanslarda ve dalga şeklinde dolaşıp duran parçacıklarla çevrilmiştir. Bunları bizim için “görülür ve hissedilir hale getiren şey”, yalnızca beynimizdeki algı merkezleridir.

Gözümüzün retina tabakasına düşen fotonlar, buradaki algı hücreleri tarafından elektrik akımına dönüştürülürler. Bu elektrik akımı sinirler tarafından beyindeki görme merkezine taşınır. Beyindeki görme merkezi bu elektrik akımlarını yorumlayarak bir görüntü oluşturur. Fizik kitaplarında ışığın bu özelliği şöyle ifade edilmektedir:

Işık kelimesi fiziksel veya objektif bir manada, elektromanyetik dalgalarla veya fotonlarla ilgili olarak kullanıldı. Aynı kelime psikolojik bir manada elektromanyetik dalgalar ve fotonlar, göz retinasına çarptığı vakit insanda uyanan hisle ilgili olarak da kullanılmaktadır. Işık kelimesinin hem objektif hem de subjektif kavramlarını birlikte ifade edelim: Işık, bir insan gözünde, retinanın uyarılmasından doğan görme etkileriyle varlığını gösteren bir enerji şeklidir.

Dışarıda var olduğunu zannettiğimiz canlı ve ışıklı dünya, dışarıda maddesel bir varlığı olan ama bu varlığın aslını bizim hiçbir şekilde göremediğimiz, bizde algı olarak meydana gelen bir hayaldir aslında. 



Güneşli bir günde seyrettiğimiz deniz manzarası gerçekte tümüyle bir karanlıktan ibarettir. Orada hiçbir ışıltı, denizin parlaklığı, havanın netliği ve güneşin göz alıcı ışıkları yoktur. Bize ait bu canlı ve ışıklı görüntüyü algılamamızı sağlayan şey, yalnızca beynimize iletilen elektrik sinyalleridir. Işık; beynimizde meydana gelen bir algı olmasının dışında, dışarıda da yalnızca bir enerji şekli olarak vardır. Dolayısıyla, maddenin varlık sebebi olarak düşünülen ışık, bizim için yalnızca bir hayalden ibarettir.

Bu gerçeğe baktığımızda ilginç bir sonuca varırız: Aslında gözümüzün “görme” gibi bir özelliği yoktur. Göz, sadece fotonları elektrik sinyaline çeviren bir ara birimdir. İdrak etme kabiliyetine sahip değildir. Çevremizi sardığını düşündüğümüz pırıl pırıl dünyayı seyreden göz değildir. Işık veya renk hissi gözde oluşmaz.

18 Haziran 2010 Cuma

KUANTUM VE MUTASAVVIFLAR SORUYOR: "AYNADA BİR GÖRÜNTÜMÜZ VAR MI ve KAPLADIĞI YER NE KADAR?"

Algıladığımız maddenin sanıldığı gibi statik bir yapısının olmadığı, alt boyutlara doğru inildikçe cansız gibi görünen bir taş parçasının bile canlı, canlı varlıkların da alt boyutlara inildiğinde cansız varlık özellikleri gösterdiği artık bilinen bir gerçek. Canlılığı da oluşturan cansız alt parçaların aslında dinamik ve hareket halinde olduğunu kuantum teorisi sayesinde öğreniyoruz.

Konuyla ilgili ünlü mutasavvıf Muhyiddin Arabi şunları söylüyor:

‘Bize göre, hatta cansız veya bitki olarak adlandırılan her şeyin kendi ruhu vardır. Onlar idrak ve algıyla donatılmışlardır; bunu ancak keşif ehli algılayabilmektedir. ... Gerçekten canlı olmayan hiçbir şey yoktur. Allah’ın açığa vurduğu hariç, insanlar onların ibadetlerini anlamazlar... Sadece canlı olan ibadet edebilir. Bunun için de her şey canlıdır...’

Bilimin henüz bulamadığı atom altı düzeyde sayısız enerji katmanları mevcut. Şu an en çok tanınanı elektronlardır. Kuantum adı verilen parçacıklar evrenin her bir noktasında mevcut olup, cansız ve hareketsiz diye nitelediğimiz tüm varlığın ve maddelerin aslı atoma, dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır.




Günlük hayatta kullandığımız pek çok cihaz hep kuantumların belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur. 

Örneğin televizyon, anten aracılığıyla uzak ve farklı mekanlardan almış olduğu bilgileri ekrana yansıtmaktadır. Antene ulaşan elektromanyetik dalgalar, antendeki elektronları titreştirmektedirler. Sonuçta ekrana yansıyan şey doğrudan elektronlar değildir. Çünkü ekran flüoresans ile kaplıdır. Bu madde üzerine düşürülen elektronlar sahip oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farklı renkte fotonlar meydana getirirler. Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden faydalanarak elde edilmiş bir sonuçtur.

Aynı durum beyin içinde geçerli. Beyin de dışındaki frekans okyanusundan sadece veri tabanına uygun olan frekansları algılıyor ve değerlendirmeye tabi tutuyor. Ve bunları ses, renk, koku, tad ve dokunma ile algıladığımız nesnelere dönüştürüyor. Nöronlar, yani beyin hücreleri gelen etkileri frekanslara ayırarak algılıyorlar.

Atom fiziğinde, maddenin alt boyutlarına inildikçe, parçalar ayrılamaz hale geldikçe madde ötesi, kütlesiz ve soyut ifadeler kullanılmaya başlanmış. Sebebi ise insanı hayrete salan şu açıklama:

"Bu düzeyde herşeyin homojen olarak tek bir bütün olması ve bütünden ayrı tek başlarına bir anlam taşımamalarıdır. Bunun nedeni ise, atom altı düzeyde parçacık diye bir şeyin gözlenmemesidir."

Bu parçacıklar, ancak ve ancak bir gözlemci tarafından kavrandığı ve anlam yüklendiği taktirde bir özellik kazanmaktadır. Buradan hareketle nesnelerin, gözleyen ile gözlenen arasındaki karşılıklı ilişkinin bir ürünü olduğu anlaşılmıştır. Bu ilişki birebir karşılıklı olup, nesnenin özelliği doğrudan gözleyenin kavrayış ve algılayışı tarafından biçimlenmektedir.

Peygamber Efendimizin ‘Bütün insanlar (bu alemde) uykudadırlar. Ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar ‘ hadisinden hareketle şunları söyler Arabi:



‘Alem bir vehimden ibarettir. Onun gerçek varlığı yoktur. Bu ise hayal ile kastedilen şeydir. Yani sen hayalinde; bu alem kendi başına buyruk, kendi kendine oluşmuş bir gerçek,mutlak gerçekten (Hakk’tan) hariç bir varlık zannettin. Halbuki hiç de böyle değildir. .. Bil ki senin kendin de bir hayalsin, idrak ettiğin her şey ve bu ben değilim dediğin her nesne de hayaldir. Şu halde bütün varlık alemi de hayal içinde hayaldir ..’

Ona göre gerçek denilen şey yalnızca bir rüyadan ibaret olmakla beraber tamamıyla vehim de değildir. Bu ise, Mutlak Gerçek, yani Hakk’ın özel bir görünüşü, kendi zuhurunun özel bir biçimi, bir tecellisidir. Bu metafizik temele dayalı bir rüyadır. Muhyiddin Arabi: ‘Varlık ve oluş alemi bir hayal olup, gerçekte bu Hakk’ın bizzat kendisidir’ der.

Bugün bilim adamlarının hologram ve kuantum aracılığıyla farkına vardıkları bu inanılması güç gerçekleri; tasavvuf ehli , yüzlerce yıl öncesinden beri "Kainat, Allah'ın kendi cemalini seyrettiği bir aynadır" şeklinde ifade edegelmişlerdir.

Diğer yandan Peygamber Efendimizin 1400 küsur yıl once ‘Zerre küllün aynasıdır’ (En küçük noktada bütüne ait tüm özellikler mevcuttur) şeklinde açıklaması ise çok çarpıcıdır.

Evet aynadaki görüntümüzün var olduğuna ne kadar hükmediyorsak ve bu görüntünün ne kadar yer kapladığını düşünüyorsak, tüm yaratılmışlar olarak bizlerde o kadar gerçeğiz ve uzayda o kadar yer kaplıyoruz.

Algıladığımız maddenin sanıldığı gibi statik bir yapısının olmadığı, alt boyutlara doğru inildikçe cansız gibi görünen bir taş parçasının bile canlı, canlı varlıkların da alt boyutlara inildiğinde cansız varlık özellikleri gösterdiği artık bilinen bir gerçek. Canlılığı da oluşturan cansız alt parçaların aslında dinamik ve hareket halinde olduğunu kuantum teorisi sayesinde öğreniyoruz.

Konuyla ilgili ünlü mutasavvıf Muhyiddin Arabi şunları söylüyor:

‘Bize göre, hatta cansız veya bitki olarak adlandırılan her şeyin kendi ruhu vardır. Onlar idrak ve algıyla donatılmışlardır; bunu ancak keşif ehli algılayabilmektedir. ... Gerçekten canlı olmayan hiçbir şey yoktur. Allah’ın açığa vurduğu hariç, insanlar onların ibadetlerini anlamazlar... Sadece canlı olan ibadet edebilir. Bunun için de her şey canlıdır...’

Bilimin henüz bulamadığı atom altı düzeyde sayısız enerji katmanları mevcut. Şu an en çok tanınanı elektronlardır. Kuantum adı verilen parçacıklar evrenin her bir noktasında mevcut olup, cansız ve hareketsiz diye nitelediğimiz tüm varlığın ve maddelerin aslı atoma, dolayısıyla bu parçacıklara dayanmaktadır.




Günlük hayatta kullandığımız pek çok cihaz hep kuantumların belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur. 

Örneğin televizyon, anten aracılığıyla uzak ve farklı mekanlardan almış olduğu bilgileri ekrana yansıtmaktadır. Antene ulaşan elektromanyetik dalgalar, antendeki elektronları titreştirmektedirler. Sonuçta ekrana yansıyan şey doğrudan elektronlar değildir. Çünkü ekran flüoresans ile kaplıdır. Bu madde üzerine düşürülen elektronlar sahip oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farklı renkte fotonlar meydana getirirler. Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden faydalanarak elde edilmiş bir sonuçtur.

Aynı durum beyin içinde geçerli. Beyin de dışındaki frekans okyanusundan sadece veri tabanına uygun olan frekansları algılıyor ve değerlendirmeye tabi tutuyor. Ve bunları ses, renk, koku, tad ve dokunma ile algıladığımız nesnelere dönüştürüyor. Nöronlar, yani beyin hücreleri gelen etkileri frekanslara ayırarak algılıyorlar.

Atom fiziğinde, maddenin alt boyutlarına inildikçe, parçalar ayrılamaz hale geldikçe madde ötesi, kütlesiz ve soyut ifadeler kullanılmaya başlanmış. Sebebi ise insanı hayrete salan şu açıklama:

"Bu düzeyde herşeyin homojen olarak tek bir bütün olması ve bütünden ayrı tek başlarına bir anlam taşımamalarıdır. Bunun nedeni ise, atom altı düzeyde parçacık diye bir şeyin gözlenmemesidir."

Bu parçacıklar, ancak ve ancak bir gözlemci tarafından kavrandığı ve anlam yüklendiği taktirde bir özellik kazanmaktadır. Buradan hareketle nesnelerin, gözleyen ile gözlenen arasındaki karşılıklı ilişkinin bir ürünü olduğu anlaşılmıştır. Bu ilişki birebir karşılıklı olup, nesnenin özelliği doğrudan gözleyenin kavrayış ve algılayışı tarafından biçimlenmektedir.

Peygamber Efendimizin ‘Bütün insanlar (bu alemde) uykudadırlar. Ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar ‘ hadisinden hareketle şunları söyler Arabi:



‘Alem bir vehimden ibarettir. Onun gerçek varlığı yoktur. Bu ise hayal ile kastedilen şeydir. Yani sen hayalinde; bu alem kendi başına buyruk, kendi kendine oluşmuş bir gerçek,mutlak gerçekten (Hakk’tan) hariç bir varlık zannettin. Halbuki hiç de böyle değildir. .. Bil ki senin kendin de bir hayalsin, idrak ettiğin her şey ve bu ben değilim dediğin her nesne de hayaldir. Şu halde bütün varlık alemi de hayal içinde hayaldir ..’

Ona göre gerçek denilen şey yalnızca bir rüyadan ibaret olmakla beraber tamamıyla vehim de değildir. Bu ise, Mutlak Gerçek, yani Hakk’ın özel bir görünüşü, kendi zuhurunun özel bir biçimi, bir tecellisidir. Bu metafizik temele dayalı bir rüyadır. Muhyiddin Arabi: ‘Varlık ve oluş alemi bir hayal olup, gerçekte bu Hakk’ın bizzat kendisidir’ der.

Bugün bilim adamlarının hologram ve kuantum aracılığıyla farkına vardıkları bu inanılması güç gerçekleri; tasavvuf ehli , yüzlerce yıl öncesinden beri "Kainat, Allah'ın kendi cemalini seyrettiği bir aynadır" şeklinde ifade edegelmişlerdir.

Diğer yandan Peygamber Efendimizin 1400 küsur yıl once ‘Zerre küllün aynasıdır’ (En küçük noktada bütüne ait tüm özellikler mevcuttur) şeklinde açıklaması ise çok çarpıcıdır.

Evet aynadaki görüntümüzün var olduğuna ne kadar hükmediyorsak ve bu görüntünün ne kadar yer kapladığını düşünüyorsak, tüm yaratılmışlar olarak bizlerde o kadar gerçeğiz ve uzayda o kadar yer kaplıyoruz.

17 Haziran 2010 Perşembe

16 BİN YILLIK YER ALTI ÖRGÜTÜ: "AGARTA"

Mu uygarlığının nasıl sona erdiğinden Ari ırkı arayışlarına, yüksek teknoloji ürünü silahlardan seçilmiş kavim hikayelerine, Nazizmin doğuşundan kayıp kıtalara, Hint mistizminden ezoterizme, Nazi karargahlarında bulunan Alman üniformalı Tibetliler'den Kabbala'ya, Himalayalar'da olduğu iddia edilen hayali cennet Şangri La'dan okyanus altında ya da Orta Asya'nın altında olduğu hayal edilen Agarta'ya, gizli/gizemli tarikatlerden bu tarikatlerin yönettiği devlet ve güçlere, Hitler'den sonra ABD'nin sahiplendiği tek dünya hükümranlığından Thule örgütüne, Grönland'daki Thule hava üssünden bu isimle Zülkarneyn peygamber arasında bağlantı kuranlara ve 'gamalı haç'a kadar bilinen, daha doğrusu bilinemeyen ne varsa hepsini tartışmak zorunda kalacağız. Bugünden geriye doğru birkaç bin yıla değil, tahminen on üç-on altı bin yıl öncesi olayları bilmeye uğraşacağız.

Agarta'nın efendisinin yeryüzündeki ilahi temsilci olmasından “Kutsal Dağ” ve “Dünyanın Merkezi”nin neresi olduğuna, “ataların kutsal mağaraları”ndan “gizli ülke” inanışlarına, Agarta ile Şambala çatışmasından Mu'nun dört büyük enerjisine, Hindistan'da bulunduğu söylenen nükleer saldırı kalıntılarından Mu uygarlığının nükleer silahlarla yok olduğu söylentisine, buradan kurtulan “seçilmişler”den bugünkü Uygurlar'ın söz konusu uygarlıktan kalma olduğuna ve Atatürk'ün meşhur ilgisinden Türkler'in buradan geldiğine, “Hint'teki Tevrat”tan Agartalı olmanın kurallarına, iç içe yaşadığımız ama dördüncü boyutta oldukları için göremediğimizden Dabbet'ul Arz'a, ölümsüzlük efsanesinden Hazar efsanelerine kadar ne çok bilmemiz gereken şey çıktı ortaya.

Ama gariptir, aynı efsaneler Hint'te var, Mısır'da var, Kuzey ülkelerinde var, Rusya'da var. Tıpkı Armageddon inanışı gibi. Hintliler ve Tatarlar'a göre bu yer Moğolistan'da, Mısırlılar'a göre çok çok uzak bir yerde, Ruslar'a göre Sibirya'da, bazılarına göre kutuplarda, bazılarına göre ise okyanusun altında.

Bazı araştırmacalır Agarta değil, özellikle Thule örgütüne dikkat çekiyor. Nazizmin, ari ırkı arayışının, siyasi ve askeri örgütlenmenin temeli bu örgüt gösteriliyor. “Agarta değil mesele. Thule örgütüyle bağlantısı önemli. Agarta çok efsanevi ve de fantastik bir konu. Dolayısıyla sıkıntılı. Ama Thule gerçek ve Agarta efsanesi yani oyuk dünya görüşünden etkilenmişler...

Thule ve Nazi bağlantısı üzerinde durulmalı ve bu Agarta gerçekti demekten ziyade, bakın bu adamlar ne tür şeylere inanmışlar demek gerekir. Hem Naziler hem de Ergenekoncular aynı felsefeye inanmaları çok garip!

1990'dan bu yana yayınlanan fantastik kitaplara, çevrilen büyük bütçeli filmlere dikkat ettiniz mi? Yüzüklerin Efendisi'nden Lost dizisine, Harry Potter serisinden Matrix'e, sermaye ve gücün desteklediği filmler ve yayınlar serisine...

16 Haziran 2010 Çarşamba

İNSANLAR HİPNOZA NASIL GİRİYORLAR ?

Spontan (kendiliğinden): 




Sürücü yoldaki kesikli çizgilerden ve tekdüze gitmekten etkilenerek hipnoza girer. İnsan kesinlikle inandığı ve mutlaka başarması gereken anlarda hipnotik bir havaya girer. Alışılmışın dışında erken kalkmanın zorunlu olduğu, seyahat, karşılama ve sınava yetişme isteği, daha akşamdan yatarken benimsenir. Saatler kurulsa da kişi zil çalmadan beş dakika öncesinde kendiliğinden uyanır.

Dışardan yapılan uyarıcılar ile: 



Kişi aracılığıyla, bilinçli veya bilinçsizce duyu eşikleri sınırlarında verilen yayınlarla kişi doğrudan algılamadığı halde hipnotik sonuç yaşar. Örneğin görsel anlamda bir hareket, filmde 24 kareden oluşur. Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan bir araştırmada özel bir film hazırlanmış, bu 24 fotoğraftan biri değiştirilmiş bir kola resmi yerleştirilmiştir. 

Seyir sırasında kola tanıtımını algılamayan seyircilerin çoğunluğu ara verilince tanıtılan kolayı içmek üzere büfeye koşuşturmuş. Yine duyu sınırı olarak tanımladığımız 16-400 Erg sınırına yakın verileri kişi algılamazken, verilen komutlar hipnotik bir sonuç gibi kabullenebilmektedir. 

Günümüzde gelişmiş ülkeler Snaps adı verilen duyu eşiği yayınlarla algılamadan etki altında kalmanın korkusunu yaşamaktadırlar. Bilim adamları önüne geçmek için bilimsel araştırmalar yapmaktadır.

HİPNOZ VE TÜRLERİ

Hipnoz yapan uygulayıcılar genel olarak iki iletişim metodundan birini seçerler:

Direkt Hipnoz: Gönüllüye doğrudan dokunarak, gözgöze gelerek yapılan bir metotdur.

Endirekt Hipnoz: Gönüllüye dokunmadan, uzaktan uygulanan iletişimle yapılan hipnoz şeklidir.

Kural dışı kişi ve durumların ötesinde o andaki istek, ihtiyaç ve güven duygusuna bağlı olarak birey, çevre şartlara aldırmadan istenilen hipnoz konsantrasyonuna hemen girebilmektedir. 

Mekanın sesli sessiz oluşu, önemsizleşmekte, ayakta, yatakta, koltukta veya taşıtta fark etmeden hipnoza girebilmektedir. Bu görüntüler bizde o andaki beklenti ve istemin her türlü yapay gereçlerin üstünde olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda birkaç örnek verebiliriz;

İskoçyalı Prof. George Smith hastanın kolunu yukarı kaldırıp belli bir sayıdan başlayarak geriye doğru sayar. Bu arada sözle kolunun gevşediğini, aşağıya inmeye başladığını söyleyerek kişiyi rahatlatıp ve onu hipnoza sokmaktadır.

Amerikalı Prof. Kay Tompson ise, hastayı bir koltuğa oturtarak rahat olmasını söylemektedir. Ellerini piyano çalıyormuş gibi parmaklarını açtırarak dizi üzerine koydurup, avuçlarının dizlerine değmemesine dikkat ederek telkinlere başlar. 

Vücudunun gevşeyeceğini rahata ulaşacağını, hafifleyeceğini, gittikçe relaksa ulaşacağını telkin ederek bir süre sonra (3-5 dakika) da kolları yorulmuş olan hastaya kollarının çok hafiflediğini isterse bir tüy gibi hafif hissederek kollarını boşluğa kaldırabileceğini telkin etmektedir. Bu arada iyice gevşeyen hasta kollarını kaldırdığı anda alacağı telkinlere tamamen açık hale gelmektedir.

Bir uygulayıcı; hastayı rahat koltuğa oturtarak başparmağına doğru kıpırdamadan bakmasını ister. Uygulayıcının kolu hastanın bakış düzleminin üzerinde olur. Rahatlayacağı ve başaracağı konusunda gevşeme telkinlerine başlar. Bir süre sonra hastanın yorulduğu ve gevşediği anda elini aniden aşağıya indirir. Gözleriyle uygulayıcının parmağını izleyen gönüllünün gözleri kapanır ve bundan sonra tedavi amaçlı telkinler başlar.

15 Haziran 2010 Salı

YAPAY UYARILARLA DÜNYA YARATMA: 'SANAL GERÇEKLİK'

"Dış dünya" veya "madde" olmadan, algıların çok gerçekçi olarak yaşanabileceğine dair günümüz teknolojisinde de çok önemli örnekler bulunmaktadır. Özellikle son yıllarda büyük bir gelişme gösteren "sanal gerçeklik" kavramı, bu konuda fikir vericidir.




Adana'da bir yazılım firması tarafından ar-ge çalışması sonucu deneme amacıyla üretilen ve dünyada az sayıda örneği bulunan ''sanal gerçeklik'' cihazı, Milli Savunma Bakanlığı ve bir otomobil firmasından ilgi gördü. Firma cihazın kullanım alanlarını genişletmek ve fonksiyonlarını geliştirmek için TÜBİTAK'tan destek aldı.

Geliştirilen sanal gerçeklik cihazı, kullanıcının hareketlerini algılayan sensörler ve elektronik devreler içeren bir kart, küçük iki ekrana sahip gözlük ve 3 boyutlu görüntüler oluşturan bilgisayar ile çalışmaktadır.




Özellikle askeri ve eğitim amaçlı kullanılıyor. ABD ordusunun da kullandığı bu cihaz sayesinde, örneğin askeri personel riskli ve tehlikeli arazilere gidecekse, oraya gitmeden önce o arazilerde üç boyutlu görüntüler eşliğinde hareket edip, orada olduğu duygusunu yaşayarak deneyim kazanabiliyor. Bu, Güneydoğu Anadolu bölgesinde araziyi tanıyan teröristlere karşı, Türk askerine avantaj sağlayabilir.




Bu cihaz eğitimde de birçok yarar sağlayacak. Örneğin, Coğrafya dersinde öğrenci öğrendiği dağ, nehir ya da ovaya gidip, kendi gözleriyle görme hissini yaşayacak, tarih dersinde ise bir anlaşma imzalanıyorsa, orada kimlerin olduğunu kendi gözleriyle görüp, imzalanan belgede yazanları okuyabilecek. Bu bilgiler yaşanarak öğrenildiği için unutulmayacak bir deneyim olacak ve öğrencilerin öğrenme kapasitesi artacak.

Bunun dışında mimaride, henüz proje aşamasında olan bir evin içerisinde gezip dolaşmayı sağlayacak cihazın, turizmde de tatile gidilmek istenen yeri görme olanağı sunabilecek. 

Eğer bu cihazın fonksiyonları geliştirilirse öğrenciler sanal bir kadavra üzerinde çalışabilecek ya da önemli bir ameliyat öncesi, doktorlar sanal olarak ameliyatın pratiğini yapıp, operasyonun başarısı arttırabilecek.

Bu örneklerde de görüldüğü gibi, yapay uyarılarla bir insana gerçek olmayan bir dünya gerçek gibi gösterilebilmektedir. Son yıllarda çekilen bazı ünlü filmlerin bu konuyu ele alması da son derece dikkat çekicidir. Örneğin The Matrix isimli filmde, filmin iki kahramanı, bir koltukta yatar vaziyette iken, sinir sistemlerine bir bilgisayar bağlandığında kendilerini bambaşka mekanlarda görmektedirler. 

Sonuç olarak günümüz teknolojisi ile yapay uyarılar ile yapay görüntüler, diğer bir deyişle yapay bir dünya oluşturmak mümkündür. Bu yapay görüntülerin gerçeklerinden hiçbir farklarının olmadığı, deneyen kişiler tarafından ifade edilmektedir. O halde, biz de her an gördüğümüz "yaşam görüntüsü"nün, dışarıda asıllarının mutlaka var olduğunu ve muhatap olduklarımızın da bu "asıllar" olduğunu iddia edemeyiz. Bu algılarımızın nedeni çok daha farklı bir kaynak olabilir.

14 Haziran 2010 Pazartesi

KUANTUM FİZİĞİ MATERYALİZMİ NASIL ORTADAN KALDIRDI?

Klasik fizik ile Kuantum fiziği arasında birçok fark vardır. Bunlar kısaca: 
1. Klasik fizikte uzay ve zaman süreklidir. Kuantum Fiziğinde süreksiz ve kesiklidir. Bu bakımdan Klasik fizikte nesnelerin özellikleri sürekli birer değişkendir. Oysa ki Kuantum Fiziğinde tüm bu değişkenler süreksiz olup ani sıçrayışlarla bir durumdan diğerine geçiş olur.

2. Klasik fizikte determinizm yani “belirlilik” vardır. Oysa ki Kuantum fiziğinde olaylar determinist olarak gelişmezler. Daima belli bir olasılık yüzdesi bulunur.

3. Klasik fizikte bulunan determinizm nesnellikle el ele gider. Yani, nesnelerin birbirlerinden bağımsız oldukları ve her bir nesnenin çevresinden yalıtılarak incelenebileceği inancı ve görüşü vardır. Oysa ki Kuantum Fiziğinde nesneler birer enerji dalgası olarak görüldüğünden klasik anlamda “nesnellik” kaybolmaktadır. Yerine bütünsel bir etkileşim ve evrende sıçramalarla değişim kavramları ileri sürülmektedir.

4. Kuantum Kuramı gözlenen ile gözleyeni ayrı saymaz. Yani, biri diğerini etkileyip değiştirebilir. Bu bakımdan bağımsız nesne kavramı yok olduğu gibi etki edip dönüştürme yeteneğinin sadece varlıklara ait olmadığı da söylenebilir.


DİŞÇİ KOLTUĞU KORKUSUNA 'HİPNOZ'LA SON VERİLİYOR !

Dünya'da bilimsel ve tıbbi hipnozu en fazla kullanan tıp mensupları diş hekimleridir. Bilimsel ve yasal anlamda 1958 yılından beri tıbbi amaçlarla hipnozun resmen kabul edildiği Amerika Birleşik Devletleri'nde faal 5 tıp kuruluşunun 3 tanesi diş hekimlerine ait kuruluşlardır. 

Diş hekimlerinin bu büyük oranı ve uygulamayı başarmaları rastlantı değildir. Diş hekimleri, kendi çalışma alanlarında anestezi ve cerrahi müdahaleler yapmaya yetkili olup, ayrıca diş hekimi korkusu gibi konularda, bulantı refleksinin kontrol altına alınması, ağız içi ve dışı aparatlara alıştırılması, ağrı, anestezi ve alerjik hastaların tedavilerinde, parmak, dudak emme, tırnak kemirme, çene gıcırdatma gibi psişik sorunları çözmek için tek başlarına hipnozu kullanma rahatlığına sahiptirler. 




Hasta hekim ilişkisinde fotöy (dişçi koltuğu) korkusu diye tanımladığımız korkular nedeniyle tedaviden kaçan ve dayanılmaz ağrılar karşısında zoraki teslim olup dişini kaybeden, ikinci bir ağrıya kadar bir daha uğramayan hastalar çoğunluktadır. 

Bu tür hastalardan, kendi sağlığı gereği tedavi olması gerektiğine inananlardan, hipnozu tanıdıktan sonra aklı yatanlarla yapılan birkaç seanslık tedaviden sonra yüzde 90 oranında korkunun giderilmesi mümkün olmaktadır. Kişi evindeki koltukta gibi dişçi koltuğunda oturtabilmektedir. 



Tedavi boyunca sıkılmamakta, uzun süre ağzı açık kalsa da yorulmamakta, ağrıya karşı direnci arttığından basit ağrıları algılamamakta, bulantı refleksini denetleyebilmekte, operasyonlar sırasında tükürük düzeyi, kanama miktarı azalmaktadır. Hekimin verdiği talimatları yerine daha kolay getirebilmekte, kısacası rahat ve huzur içerisinde sağlıklı bir ağız yapısına kavuşmaktadır. 

DİŞ HEKİMLİĞİNDE HİPNOZ (HİPNODONTİ)

Hipnodonti sadece hipnoanestezi altında diş çekmek değildir. 

Aslında hipnoza giren hastaların ancak %20'si diş çekiminin sağlanacağı kadar derin transa girebilmekte, asıl büyük çoğunluk, diş çekiminden başka konularda hipnozdan yarar sağlamaktadır. 

Hastaların başında diş hekimi korkusu gelmektedir. Hastanın bu korkusunun giderilmesi ve fotöye hiçbir korku duymadan oturmasının sağlanması bile büyük başarıdır. Ayrıca, diğer tıp branşlarına göre diş hekimleri hastalarının daha büyük bir yüzdesine hipnoterapi uygulama şansına sahiptir, çünkü hasta zaten ağrıdan ve korkudan kurtulmak için çareler aramaktadır ve her türlü öneriyi incelemeye hazırdır.