23 Şubat 2011 Çarşamba

BİLİM ADAMLARI YAPAY SİNYALLERLE KAYDEDİLEN DUYULARI YENİDEN KAZANDIRIYORLAR !!!

 Amerika'nın ünlü aktüel dergisi Time'ın 11 Mart 2002 tarihli sayısında "Vücut Elektriği" başlığıyla yayınlanan makalede önemli bir bilimsel gelişme aktarıldı. Makaleye konu olan haberde bilim adamlarının, bilgisayar çiplerini insanın sinir sistemiyle birleştirerek, duyuların tedavi edilmesinde kullandıklarından bahsediliyordu.

Avrupa, Amerika ve Japonya'dan araştırmacılar geliştirdikleri yeni yöntemle kör bir kimseye görme algısı, felçli bir hastaya yeniden hareket kabiliyeti kazandırmayı amaçlıyorlardı. Hastaların vücutlarına elektrotlar yerleştirerek, canlı dokularla silikon çiplerin birleştirildiği protez parçaları kullanarak bu amaçlarını kısmen uygulamayı başarmışlardı.

Örneğin bir kaza sonucu boynu kırılan Holgersen adındaki bir Danimarkalı'nın, omuzlarını, sol kolunu ve sol elini çok az hareket ettirebilmesi dışında, boyundan aşağısı felçliydi. Bilindiği gibi felç, boyun ve omurilik hasarlarından kaynaklanır, çünkü beyin ve kaslar arasında hareket eden sinir trafiği zarar görmüş ya da bloke olmuştur. Vücuttan beyne giden sinyalleri ileten sinirlerle, beyinden vücut kaslarına talimat taşıyan sinirler arasındaki bilgi akışı kesilir.          
Bu hastaya sinirsel bir protez yerleştirilerek, beyinden gelen sinyallerin omuriliğin hasar gören bölümlerini atlatmak, böylece kol ve bacaklara biraz hareket kazandırmak amaçlandı.

Hastanın sol eline temel işlevleri kazandırmak için nesneleri kavramaya, tutmaya ve bırakmaya yarayan bir sistem kullanıldı. Ameliyatla sol kolunun üst kısmına, ön koluna ve göğsüne her biri madeni para büyüklüğündeki sekiz esnek elektrot, kavramayı kontrol eden kaslara ameliyatla bağlandı. Bu elektrotlar daha sonra çok ince kablolarla göğse yerleştirilen ve sinir sistemine etki eden bir uyarıcıya bağlandı. Bu uyarıcı da hastanın biraz hareket ettirebildiği sağ omzuna yerleştirilen bir konum-algılama birimine bağlandı.


  Bunun sonucunda ise şu oldu:

Hasta bir bardağı kaldırmak istediğinde sağ omzunu yukarı kaldırıyor. Bu hareket konum algılayıcısından göğsündeki uyarıcıya elektrik sinyali gönderiyor. Bu uyarıcı da sinyali kolundaki ve elindeki kaslara doğru iletiyor. Bunun sonucunda kaslar kasılıp, sol el kapanıyor. Bardağı bırakmak istediğinde ise sağ omzunu aşağı indiriyor, böylece sol el açılıyor. Bu tür protezler sayesinde, felçli organlardan gelen dokunma ile ilgili bilgiler vücudun diğer bölümlerine iletiliyor ve böylece duyuların yeniden algılaması mümkün oluyor.

>>> Aynı haberde ilginç bir gösteriden de şöyle bahsedilmekte:

1998 yılında Stelarc adındaki Avustralyalı bir sanatçı vücuduna elekrotlar yerleştirerek bir gösteri düzenledi. Vücudu, kaslarını istemsiz kasılmalarla harekete geçirilebilecek yeterlilikte elektrik şokları taşıyan elektrotlar ile kaplıydı.
 Bu elektrotlar da bir bilgisayara bağlıydı ve gösteri sırasında, internet aracılığıyla Paris, Helsinki ve Amsterdam'daki bilgisayarlarla bağlantı kuruldu. Bu üç bölgedeki katılımcılar, dokunmatik bir ekran üzerinde görünen vücudun çeşitli bölümlerine dokunarak, Stelarc'a her istediklerini yaptırabiliyorlardı.

Bu ve benzeri teknolojiler çok küçük boyutlara indirilebildiği ve doğrudan vücudun içine yerleştirilebildiği takdirde tıp alanında çok önemli gelişmelere yol açabilecek niteliktedir. Ancak bu gelişmelerin gösterdiği çok önemli bir gerçek daha vardır: dış dünyanın aslına hiçbir zaman ulaşamadığımız ve hayatımız boyunca sadece zihnimizde izlediğimiz bir kopya ile muhatap olduğumuz...


  Time dergisinin bu makalesinde yapay olarak verilen uyarılarla görüntünün, dokunma hissinin vs. oluşabileceğine dair pratik örnekler sunulmuştur. Örneğin kör bir kimsenin görüntü görebilmesi bunun en açık delilidir. Hastanın gözü ya da göreceği bir nesne olmamasına rağmen, suni olarak verilen sinyallerle görüntü görmesi mümkün olmuştur.

19 Şubat 2011 Cumartesi

ŞEYTAN NASIL SİNSİCE YAKLAŞIR? NASIL KORKARAK UZAKLAŞIR?

Her kim olursanız olun sonsuz bir azap çekmenizi isteyen, bütün varlığını buna adamış olan, son derece tehlikeli bir düşmanınız var: Şeytan. Bir başka deyişle, Allah'ın lanetlediği ve huzurundan kovduğu İblis ve onun takipçileri. 





O en büyük düşmanınız. Bir efsane ya da bir masal değil, gerçeğin ta kendisi. İnsanlık tarihinin her aşamasında var oldu.



Yaşamış ve ölmüş milyarlarca insanı ateşin içine çekti ve halen çekiyor. Hiçbir zaman ayırım yapmaz. Genç, yaşlı, kadın, erkek, devlet başkanı veya dilenci fark etmez. Her insan bu düşmanın hedefidir.

Hz. Adem'den önce Allah melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattı ve meleklere ona secde etmelerini emretti.
Melekler Allah'ın emrine gönülden itaat ederek Hz. Adem'e secde ettiler. Ancak meleklerin arasında bulunan ve cinlerden olan İblis, Allah'ın bu emrine başkaldırarak O'na isyankar oldu.


Çünkü kendisinin Hz. Adem'den daha üstün olduğuna inanıyordu. Bu kibiri yüzünden, kendisine,

"Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" (Sad Suresi, 75) diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti:



"Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sad Suresi, 76)

Allah'ın emrine karşı böyle bir itaatsizliğe cüret eden İblis'i, Allah lanetlemiş ve kendisi için ebedi cehennem azabı takdir etmiştir.

İblis'in Allah'a isyan etmesine yol açan neden, "kibiri" ya da diğer bir deyimle "büyüklenmesiydi". 

İblis'in bu büyüklenmesinin en önemli nedeni nefsinde gizlediği bir özellikti: "Enaniyet yani büyüklenme"...

Enaniyet şeytanın karakterinin en temel özelliğidir. Dolayısıyla, "enaniyet" ve ondan kaynaklanan kibir, tüm sapkınlıkların kaynağı, tüm azgınlıkların kökenidir. Bu özellikler, tarih boyunca milyonlarca insanı sonsuz azaba götürdüğü gibi, bugün de sayısız insanı İblis'in yoluna çekmektedir.


Enaniyete (büyüklenmeye, kendini ilahlaştırmaya) sebep olan unsurlar çok çeşitlidir. En sık rastlanan sebepler şunlardır:

• Güç ve Zenginlik
• Güzellik ve Gençlik
• Makam-Mevki-İtibar
 • Zeka-Kültür-Tahsil Durumu

Enaniyetin kişinin fizik görünümüne yaptığı onlarca etkilerin yanında iç organlarında da hasara yol açar. Kibirden kaynaklanan yoğun stres, tıpkı içki, sigara gibi etkisini yavaş yavaş gösterir ve sonunda önemli problemlere yol açar. 


Stresin birçok hastalığa sebep olduğu, uzmanlar tarafından da hemfikir olunan bir gerçektir. En çok görülen sonucu, mide ağrıları, gastrid, sindirim bozuklukları şeklindedir. Diğer iç organlarda da bu ve benzeri birçok hasar meydana gelir.

Şeytan insanlara nasıl ulaşır, onları hangi yollarla saptırmaya çalışır?.   
Allah Kuran'da, "Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran' vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar)" (Nas Suresi, 4-5) 
ayetiyle şeytanın kalplere gizlice vesvese verdiğinden söz etmektedir. Bu, şeytanın en sinsi yöntemidir. Çoğu insan zihnindeki düşüncelerin şeytandan olduğunu anlayamaz. Bunların hepsini kendi düşünceleri zanneder.

Bununla birlikte şeytan insanlara korku, endişe, gerilim, huzursuzluk gibi olumsuz hisler verir, onların gücünü azaltmayı hedefler. İyilik ve hayır yapmalarını, sağlıklı düşünmelerini engellemeye çalışır. Tüm bunların şeytandan olduğunu bilerek, Allah'a sığınmak ve şeytanın telkinlerine hiçbir zaman kulak vermemek gerekir.

Bu arada unutmamalıdır ki, dünyadaki tüm kötülüklerin, savaşların, katliamların, ahlaksızlıkların kökeninde şeytanın insanlar üzerindeki etkisi vardır.

Şeytan insanları kötülüğe çağırırken, dostu ve yardımcısı olduğunu söyler. Ona çeşitli vaatlerde bulunur. Ahirette ise kendisinin yalnızca çağrıda bulunduğunu ve asıl sorumluluğun insanda olduğunu söyleyerek onu yüzüstü bırakacaktır. Bu gerçek Kuran’da şu şekilde bildirilmiştir:

İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır." (İbrahim Suresi, 22)


Ve şeytanın insanlar üzerinde hiç bir zorlayıcı gücü yoktur.

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl Suresi, 99-100)

15 Şubat 2011 Salı

DÜNYA YUMURTANIN İÇİNE SIĞABİLİR Mİ? -DÜNYAYI KÜÇÜLTMEDEN, YUMURTAYI BÜYÜTMEDEN-

Aşağıda okuyacağınız yazı Cafer Sadık'a aittir. 

“… Ebu Abdullah (İmam Cafer-i Sadık) dedi ki:” Ey Hişam, kaç duyun var?
Dedi ki “Beş duyum var.”
Buyurdu ki :“Bunlardan hangisi daha küçüktür?”
Dedi ki: “Görme duyusu.”
Buyurdu ki: “Peki görme duyusunun çapı ne kadardır?”
Dedi ki: "Bir mercimek kadar veya ondan daha küçüktür." (BİLİM ADAMLARI, BEYNİMİZDEKİ GÖRME MERKEZİNİN BOYUTUNUN BİR MERCİMEK TANESİ KADAR OLDUĞUNU YÜZYILIMIZDA BULDULAR)
Buyurdu ki :”Ey Hişam! Ön tarafına ve üst tarafına bak ve bana ne gördüğünü bana anlat.” Dedi ki:” Göğü, yeri, evler, saraylar, kara parçaları, dağlar ve nehirler görüyorum.”
Dedi ki : “ Senin gördüğün bunca varlıkları bir mercimeğin veya ondan daha küçük bir şeyin içine girdirmeye güç yetiren Allah, dünyayı küçültmeden ve yumurtayı da büyütmeden bütün bir dünyayı yumurtanın içine sokabilir.” (21. YÜZYILDA BİLİM ADAMLARI, HAYATI VE YAŞAMI YORUMLAYABİLMEMİZ İÇİN, BEYNİN İÇİNDE DIŞ DÜNYA OLARAK DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ HER ŞEYİN HOLOGRAM BİR KOPYASININ YARATILMIŞ OLMASI GEREKLİLİĞİNİ BULDULAR)
Hişam derhal İmam’a sarıldı; ellerini, başını ve ayaklarını öpmeye başladı ve şöyle dedi: “Bu kadarı bana yeter ey Resulullah (s.a.a)’ ın oğlu!”(Usul-i Kafi, El Kuleyni, Sayfa 104-105)


Caferi Sadık, 699’da Medine’de dünyaya geldi. Babası beşinci İmam Muhammed Bakırdır. İmam Caferi Sadık, tarihin en önemli dönemlerinden biri olan Emevi saltanatının çöküşü ve Abbasi saltanatının başlaması döneminde yaşadı. Caferi Sadık, saltanat sahiplerinin kendisine sunduğu bütün teklifleri reddetti. Caferi Sadık bu dönemde ilmi toplantılar düzenledi, dersler verdi. Bu derslere ve toplantılara binlerce insan katıldı. 

13 Şubat 2011 Pazar

Görmenin Sırrı: Göz ve Beynin Muhteşem Uyumu

“Saniyenin binde biri” gibi oldukça kısa bir zaman dilimi…
  
İnsan sahip olduğu şuur ve zekâya rağmen bu kısa zamanda kendi bilgisi dâhilinde hiçbir işlemi yerine getiremez.

Ancak göz ve beyin kusursuz bir uyumla “saniyenin binde biri”nde olağanüstü işlemler gerçekleştirir.
  


Örneğin lens tarafından retinada odaklanan görüntü elektrik sinyallerine dönüştürülür ve “saniyenin binde biri”nde, optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılır. Bu sayede lezzetli bir yiyeceğe bakarken ve ardından onu alıp iştahla yerken, görme, algılama ve eyleme dönüştürme hareketi çok seri bir biçimde gerçekleştirilmiş olur.

Bir video klip seyrederken, yaklaşık 2-3 saniyede bir, bir dizi hızlı ve birbiriyle bağlantısı olmayan görsel sahnenin değişimini takip ederiz. Bu hızda bir değişim, eski moda bir televizyon için hızlı olabilir. Ancak bu değişim hızı, görüntüleme sistemlerinin en mükemmeli olan gözün hareketleri ile oluşan değişim hızına göre yedi kat daha yavaş kalır. Çünkü gözlerimiz, kalp atışlarımıza oranla dahi daha sık hareket ederler. Ayrıca tıpkı kalp atışlarımızı kontrol edemediğimiz gibi, farkında olmadan gözlerimizin hareketlerini de kontrol edemeyiz. Kuşkusuz bu durum beynin sürekli bu bilgileri dengelemek zorunda olması anlamına gelir ve bu, ancak bir dizi mucizevî olayın birbirini izlemesi ile gerçekleşebilir.


  Sürekli Değişen Görüntüler Beyinde Nasıl Organize Olur?

Son derece gelişmiş bir bilgisayar gibi çalışan beyin aslında tıpkı diğer organlar gibi milyonlarca küçük hücreden oluşmuştur. İnsan beyninin yüzeyinde her milimetrekarede 100.000 dolayında sinir hücresi vardır. Bu, beyinde toplam olarak yaklaşık 10.000.000.000 (10 milyar) sinir hücresi bulunduğu anlamına gelir. Yani beyin 10 milyar küçük canlının oluşturduğu bir organdır. Bu canlılardan bir kısmı gözden gelen mesajları yorumlayarak, birbirleri ile koordinasyon halinde görme olayını gerçekleştirirler. Bu sayede son derece yüksek bir hızla değişen görüntüler, kişinin kavrayabileceği bir şekilde organize edilmiş olur.


Görme İşleminde Teknolojiyi Geride Bırakan Netliği Sağlayan Nedir?

!!! Gözümüz anlık çekimleri yakalayan bir fotoğraf makinesi değildir. İnsan gözünün işleyişi daha çok bir video silsilesine benzemektedir. Bu nedenle, küçük açılarla anlık hareket eder ve etrafımızdaki detayları beyne yansıtmak için sürekli kendisini günceller. Var olan iki gözümüz ve beynimiz, görüntüyü netleştirmek için her iki gözden gelen sinyalleri toplar. Daha fazla bilgi toplamak için de gözümüzü, gördüğümüz nesnenin etrafında hareket ettiririz. Tüm bunlara ek olarak, retinadaki foto alıcıların sayıca fazlalığı sayesinde, göz ve beyin birlikteliği bir makinede olabileceğinden çok daha yüksek netlikte veriler elde etmemizi sağlar.

Görüntünün Sabitlenmesi Nasıl Sağlanır?

Nöronlardan oluşmuş beyindeki görme merkezi, nasıl oluyor da bize, dijital bir ekran gibi, gördüğümüz görüntünün sabit olduğu hissini veriyor?

Söz konusu sistemin kusursuz olarak işlemesinde ve görüntünün sabitlenmesi konusunda iki bilimsel olasılık üzerinde durulmaktadır.

Klasik görüş, beynin sahneyi sabit olarak yorumlayabilecek yeterli derecede işlemcisi bulunduğudur. Şüphesiz bu görüş, her aşamada sistemin harikalığını, mükemmelliğini ve kendi başına, rastlantılar sonucu var olamayacağını yani yaratılışı ortaya koyar.
Daha güncel olan diğer görüş ise, nöronların, bir ön işlemci aşamasıyla kaymaları telafi etmesidir. Nöronlar değişimlere hazırlıklı olabilmek için, belki gözün yanal iç duvarlarında, ön bölümünde ya da ilk görüş alanlarında titreşen görme hareketlerinin oluşumundan kısa bir süre önce algı alanlarını değiştiren bir ara-haritalama alanı oluştururlar. Bu alanda meydana gelen tekrar-haritalama işlemi sahne değişimlerine hazırlık yaparak birtakım ayarlar yapar. Bu sayede titreşim hareketlerinin olumsuz etkilerini ortadan kaldırıp, hızla gelen bilgilerin işlenmesini sağlar. Böylece görüntünün sabitlenmesi elde edilmiş olur.


 Göz ve Beyin Arasındaki Teknik İşlemler Otomatik Olarak Gerçekleşmeseydi?…

Kuşkusuz görme işlemi gerçekleşirken insan hiçbir zaman görüntünün netliği ve sabitliği için gereken hesapların, kendi beyninde otomatik olarak yapıldığını fark etmez. Eğer böyle hızlı çalışan bir hesap sistemi olmasaydı, dış dünyadaki objelere ait kavramlar devamlı olarak karışacağından hayat son derece güçleşirdi. Hiçbir aracı kullanamaz, yolda bile yürüyemezdik. Dış dünya, perspektifi olmayan karmaşık şekiller yığını haline gelirdi.

>*< “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü'minun Suresi, 78)

7 Şubat 2011 Pazartesi

KİŞİ 33 cm YÜKSEKTE, YANİ 2 BASAMAK YUKARIDA BULUNUNCA BİRAZ DAHA ÇABUK YAŞLANIYOR !

İçinde atomik saat bulunan ve yüksek irtifada uçan füze ile yeryüzünde bulunan saat yerine, bu sefer sadece 33 santimetrelik bir irtifa farkı ile deney yapıldı. Amerikan bilim dergisi Science'in 24 Eylül tarihli sayısında yayımlanan deneyin sonucuna göre,kişi 33 santimetre yüksekte, yani iki basamak yukarıda bulununca biraz daha çabuk yaşlanıyor.




Deneyler için araştırmacıların kullandığı, ne bir dakika ileri giden, ne de bir dakika geri kalan, NIST'in farklı laboratuvarlarında bulunan saatler, birbirlerine 75 metre uzunluğundaki bir fiber optik kabloyla bağlı.

NIST'teki görevli araştırmacılar, İzafiyet Teorisi ya da Görecelik (relativity) kuramının günlük hayata başka bir etkisini daha tespit etti.      
  

               
!!! Yaptıkları araştırmaya göre, kişi saatte 32 kilometre daha hızlı gittiğinde, zaman daha yavaş geçiyor.



!!! Yirminci yüzyılın en ünlü fizikçisi Albert Einstein'ın görecelik kuramına göre, yerçekiminin etkisiyle zaman daha yavaş akıyor ve buna göre yerçekiminin daha az olduğu bir yere doğru uçmakta olan bir uçağın yolcuları her uçuşta birkaç nanosaniye daha fazla yaşlanıyorlar.

Bilim adamları, yıllar önce bu ilginç olayı, yüksek irtifada uçan bir füzenin içinde bulunan atomik saat ile aynı zamanda, manyetik alanın etkilerinin daha güçlü olduğu yeryüzünde bulunan başka bir atomik saat ile yaptıkları ölçümlerle gözler önüne serdiler.  


ABD'nin Colorado eyaletindeki Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü'te (NIST) görevli fizikçiler bu defa aynı olayı, yüz defa daha hassas iki süper atomik saat kullanarak günlük hayatta da izleyebildi. 



Zamanın göreceliği konusu bugün ispatlanmış bilimsel bir gerçektir. Ancak bu gerçek, yüzyılın başlarında Einstein'ın görecelik kuramı ile ortaya çıkmıştır. O döneme dek insanlar zamanın göreceli bir kavram olduğunu, ortama göre değişkenlik gösterebileceğini bilmiyorlardı. Ama ünlü bilim adamı Albert Einstein, görecelik kuramı ile bu gerçeği açık olarak ispatladı. Zamanın, kütleye ve hıza bağımlı bir kavram olduğunu ortaya koydu. Daha evvel hiç kimse bu konuyu açıkça dile getirmemişti.

Tek bir istisnayla; Kuran'da, zamanın izafi olduğunu gösteren bilgiler veriliyordu. Bu konuyla ilgili bazı ayetleri şöyle sıralayabiliriz:

... Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac Suresi, 47)

Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)

Melekler ve Ruh (Cebrail), O'na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)

Zaman algısı aslında bir anı başka bir anla kıyaslama yöntemidir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.

Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Çözünür Kuantum Balıkları - EPR Paradoksu -

Kuantum fiziği, klasik fizikle o kadar zıttır ki, klasik fiziğe göre düşünmeye alışmış olan kişiler bu yeni düşünce tarzına kolay adapte olamayabilir. Hatta Einstein bile ( bir kuantum kâşifi olmasına rağmen) ilk zamanlarda kuantumun yanlış olabileceğini düşünmüştür. Ancak yaklaşık yüz yıldır biriken bilgi birikimi artık konuyu daha kolay anlaşılır kılmaktadır. Şimdi kuantumun acayipliklerinden birine değineceğiz.

Konumuz Einstein'ın kuantumun yetersiz olabileceği yönündeki kanaati üzerine Podolsky ve Rosen ile birlikte geliştirdikleri paradakstur (1935) . Ancak EPR paradoksu olarak bilinen bu itiraz birkaç on yıl sonra deneysel olarak araştırıldığında kuantumu destekler hale gelmiştir.

Bu paradoks hakkında kısaca şunları söyleyebiliriz;

! Son derece çamurlu olduğu için içindeki hiçbir şeyi göremediğimiz bir gölet düşünelim. Bu gölette bir tane balık yaşıyor olsun. Bir balıkçı bu gölete gelsin ve oltasını sallasın. Balık zokayı yutunca oltayı çeken balıkçı balığı görür. Bu durumdan da çıkaracağı gayet mantıklı olan sonuç şudur: balık yakalanmadan önce yemin peşinde yüzüyordu sonrada yemi yedi. Balıkçı hiçbir zaman balığın zokayı yutmadan önce tüm göleti kapsayan bir çözünmüşlük halinde olduğunu düşünmeyecektir.
Ama kuantuma göre durum tamda böyledir!
               

Klasik fiziğe göre balığı görmesekte suda belli bir yerde bulunan tek bir balık vardır. Ancak Kuantuma göre balık suyun her tarafında çözünmüş haldedir (süperpoze). Bir gözlemci onu gözlemleyene kadarda süperpoze halde olacaktır.
                   


                       
Buraya kadar anlatılanları tam kavrayabilmek için; yine paylaşımımız olan Çift Yarık Deneyini anlatan videoyu izleyebilirsiniz. Bu videonun linki;http://www.facebook.com/video/video.php?v=287744242949

Çift yarık deneyini kavradıktan sonra buraya kadar anlatılan bölümün gayet makul olduğu anlaşılacaktır. Şimdi daha çarpıcı kısma geçebiliriz.

!! Az önce gölette olan tek balığı yakalamıştık. Şimdi gölete canlı iki tane balık atsak durum ne olur? İki balığın çözünmüş hallerinin bir karışımı! Daha garip olan bu iki balığın ortak çözünmüş hallerinin ortaya çıkarmak zorunda olduğu sonuçlardı. İşte Einstein-Podolsky-Rosen in EPR paradoksu ile açıkladıkları bu kaçınılmaz durum:
Balıkçı bu sefer başka bir gölete oğluyla birlikte gider. Ancak bu göletin bir özelliği vardır. Gölet bir tepeciğin üzerindedir ve sağındada solunda da birer küçük gölet bulunmaktadır. Büyük göletin zemininde ise iki tane kanal diğer göletlere açılır fakat bu kanallar bir engelle tıkanmıştır. Su yine oldukça çamurludur ve sudaki hiçbir şeyi göremiyoruzdur.



Balıkçı ve oğlu iki canlı balık alıp gölete atarlar. Balıklar gölette çözünüp iki balık bileşiminin çözünmüş hali olurlar.


Ardından kanalları tıkayan engelleri açarlar.

Artık büyük gölette hiç su kalmamıştır. Bütün su sağda ve solda bulunan iki gölete boşalmıştır. Şimdi iki balığın çözünmüş olarak oluşturdukları tek varlık, tekilliğini sürdürmektedir fakat iki ayrı yerdedirler artık. İki balık, tasvir edebilmenin imkânsız olduğu mekan dışı bir bağ ile birbirlerine bağlıdır. Söylenebilecek en makul şey:
iki göletinde, iki çözünen balığın bileşiminin bir parçasını içeriyor olduğudur. !

Balıkçı oltasını sağ taraftaki gölete atar. Oğlu ise bu sırada hiçbir şey yapmayarak izlemektedir.

Balıkçı balığı yakalayıp çeker. Oğlu ise soldaki göletten balığın kendi kendine sudan yukarı fırladığını daha sonra çimenlere düştüğünü görür !


Bu akla uygun gelmemektedir. Esasında Einstein'da bunu biliyordu. Ancak kuantum mekaniğine göre düşünüldüğünde sonucun böyle olması gerekliydi. İşte bu yüzden, bu zorluğu gösterebilmek için bu paradoksu tasarladılar.

Ama bilim Kuantum lehinde işleyecekti. 1972 yılında Amerikalı fizikçiler John Clauser ve Stuart Freedman tarafından gerçekleştirilen deney ilk ışıkları verdi.1975 yılında ise Alain Aspect Einstein ın düşüncesinin yanlış olduğunu ispatlayacak olan kesin ve çürütülemeyecek bir deney önerir. 1982 yılında ise deney gerçekleştirilir ve ispatlanır.
Aspect deneyinde ikiz fotonlar kullanılmıştır. Farklı bilim adamları aynı deneyi protonlar ve hidrojen atomunun çekirdekleri ile yapmışlarıdr. Ve yine aynı sonuçlar elde edilmiştir.
*** Tüm bunlar bize göstermektdir ki gözlemlediğimiz zaman madde vardır fakat gözlemlemediğimizde yoktur. Ayrıca gözlemlenmediği zaman herşey dev bir süperpoze çorbası gibidir, fakat gözlemlendiğinde hep bir düzen ve mükemmellik içinde görüntüler canlanır. Örneğin tüm maddeler hep aynı yerinde olur.

*** Bir diğer önemli sonuçta mekânın varlığı konusudur. Işık hızından daha hızlı bir şekilde bağlantı kuran ikiz kuantonlar bu bağlantılarını nasıl kuruyorlar? İzafiyet kuramına göre hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez. Peki, bu iletişim nasıl hızlı olabiliyor? İşte bu bize mekân gerçekten var mı sorusunu sorduruyor. Mekasızlıkta olan bağları bu kuantonlar arasında iletişim kurarken zamana tabi olmuyor. Anında iletişim sağlanıyor.
Ve söylediğimiz gibi en önemlisi bu gerçeklerin artık deneysel olarak ispatlanmış birer gerçek oldukları.

>>>( Yazıdaki göletler bir kutuyu, balıklar ise bir elektronu -ya da nötron, proton vs- temsil etmektedir. )

Kaynak: Le Cantique de Quantiques, 1984